12 Eylül 2009 Cumartesi

Kötü huy diken gibidir...




Kötü huy diken gibidir...


Mevlânâ hazretleri, Mesnevi’de kötü huyun insanın nefsine ve çevresine nasıl bir eziyet yaptığı hakkında şöyle bir hikaye anlatır:
Huysuz adamın biri bir gün herkesin gelip geçtiği yol üzerine dikenli çalılar diker. Yoldan geçenler her ne kadar “Bunları buradan sök at” dese de o bunların hiçbirine kulak asmaz. Yine kendi bildiğini okur. O dikenli çalılar büyür yoldan geçen halkın ayağına takılır, onlara eziyet eder. O yoldan geçenler perişan olur.

Bu durum valiye kadar intikal edince vali onu yanına çağırır. Dikenleri sökmesi için emreder. O da sökerim diye söz verir; ama bugün yarın diye ertelemeye devam eder. Ne sökmem der ne de sökmeye teşebbüs eder. Bir gün vali onu yanına çağırır; “Verdiği sözde durmayan adam, emrimi uygula!” diye sıkı sıkı tembihler. Ağır ikazlarda bulunur.

Çalıları diken huysuz adam da şöyle der: “Önümde hayli günler var. Merak etme nasıl olsa günün birinde sökerim.” Vali ise çabuk olmasını söyler ve onu uyarmaya devam eder. Ama adam sözden anlamaz. Dikenler de kök salıp büyümeye devam eder.

Mevlânâ, hikayenin bu kısmında bir işi yarına ertelerken zamanın su gibi akıp gittiğini söylüyor ve; “Her gün sen yarın bu işi görürüm diyorsun ama günler geçip gittikçe o dikenler daha da kuvvetleniyor. Onu sökecek olan da ihtiyarlıyor, kuvvetten düşüyor. Sen de her bir kötü huyunu bir diken bil. O dikenler kaç keredir senin ayaklarına battı. Kaç kere oldu seni kötü huyun yaraladı.
Sen kendi tabiatından hastalandın da duygusuzluğun yüzünden habersizsin. Çirkin huyunun da başkalarını rahatsız ettiğini bilmiyorsun. Sen şu dikeni gül fidanı haline getir. Gül fidanı ile onu aşıla. Böylece sendeki dikenler gül fidanı haline gelsin. Eğer sen de şerri gidermek istiyorsan, ateşin gönlüne hakkın rahmet suyunu dök.”
Mevlânâ, burada nefsinin kötü arzularına düşmeyi dert edinmeye dikkat çekiyor ve diyor ki:

“Nefsinin ateşi söndüren sonra, gönül bahçesine dikersen biter. Laleler, ak güller, güzel kokulu çiçekler yetişir. Sözün kısası; işini yarına bırakma. Çabuk tövbe et de istiğfarı yarına bırakma. Yıl geçti ekin vakti geldiğinde sende yüz karalığından başka bir şey kalmaz.

Beden ağacının köküne kurt düştü.

Onu söküp ateşe atmak, kulluk yaparak iyi işlerle onu öldürmek gerek.”

11 Eylül 2009 Cuma

Hızır a.s.ve bir adam.






Hızır a.s.ve bir adam.



Ramazan..Cuma günü..Cuma vakti... Cami... Cemaat tek tük camiye girmekte. İmam kürsüde... Girenlerin arasında... Hızır a.s. da genç ihtiyar arasında onlardan biri gibi gidiyor bir köşeye oturuyor. Kürsüde imam sohbete başlıyor... Hızır'ın yanına kırklarında bir adam gelip oturuyor. Cami yavaş yavaş dolmakta...



Adam, bir müddet sonra uyuklar bir vaziyette sallanıyor, ha uyudu ha uyuyacak. Hızır a.s. adamı dürtüklüyor:



- Uyuyacaksın, der. Adam:



- Uyumam, beni rahat bırak.



Hızır a.s. ses etmez, ancak ezan okundu okunacak, adam ha uyudu ha uyuyacak, bir daha dürtükleyerek:



- Uyuyacaksın dedim, der. Adam:



- Ben de sana uyumam, beni rahat bırak dedim. Rahat bırak beni. Rahat bırak yoksa, Hızır olduğunu söylerim. Buradan çıkamazsın. Bu kalabalık sakalında bir tel bırakmaz.



Hızır a.s. susar ve gözlerine kapar, boynunu büker Allah'a yönelerek:



- Ya Rabbim! Bu nasıl iştir. Bu kulun benim kim olduğumu bildi. Bu nasıl iştir ki bendeki listede bunun ismi yok.



Cevap gelir:



- Sana verilen listede beni sevenlerin isimleri var. O ise benim sevdiklerimden..



Rabbim cümlemize sevmeyi sevilmeyi nasip eyle


Kalplerimizi İslam dini üzerine sabit kıl.....

31 Ağustos 2009 Pazartesi

600 AĞAÇLI HURMA BAHÇESİ




600 AĞAÇLI HURMA BAHÇESİ

Ebu Talha'nın 600 ağaçlı hurma bahçesini, kendi rızası ile fukaraya verdiren duygu, iman şuurundan başka ne olabilir?" Mescid-i Nebevide Ashab-ı Kiram toplanmışlar, derin bir vecd içinde Allah'ın Resûlünü dinlemekteydiler. Nebiler Şahı Efendimiz ise, Al-i İmrân Sûresinden şu mealdeki âyet-i kerimeyi okuyordu: "Muhtaçlara, fakirlere yardım ederken malınızın, iyisini vermedikçe kâmil imâna kavuşamazsınız. İmânda en yüksek mertebeye çıkmak istiyorsanız, yoksullara malınızın en hoşunuza gidenini bağışlayınız."


Âyet-i kerîmeyi büyük bir hassasiyetle dinleyenlerin içinde Ebu Talha da bulunuyordu. Ebu Talha'nın Mescid-i Saadet'e yakın bir yerde, içinde 600 hurma ağacı bulunan pek kıymetli bir hurma bahçesi vardı. Sık sık dâvet ettiği Resûlullah'a burada ikramda bulunurdu.Bu Sahabe derin bir vecd içinde âyet-i kerimeyi dinledikten sonra ayağa kalkarak şöyle dedi.

Yâ Rasûlallah, benim servetim içinde en kıymetli ve bana en sevgili olan, işte şu şehrin içindeki sizin de bildiğiniz bahçemdir. Bu andan itibaren Allah rızası için onu Allah'ın Rasûlüne bırakıyorum. İstediğiniz gibi tasarruf eder, dilediğiniz fakire verebilirsiniz.


Bu sözleri söyledikten sonra Ebu Talha, sevinçli ve neş'eli bir hal ile kararını tatbik için Mescid-i Şerifden çıkarak bahçeye gitti. Bir hurma ağacının gölgesinde oturan hanımı ile bahçeye girmeyip duvarın dışında bekleyen Ebu Talha arasında şu ibretli konuşma oldu:


Hanımı: -Yâ Eba Talha, duvarın dışında ne bekliyorsun? İçeri girsen ya!"


Ebu Talha: "-Ben içeri giremem, sen eşyanı toplayıp da dışarı çıksan ya!"


Hanımı: "-Neden yâ Eba Talha, bu bahçe bizim değil mi?"


Ebu Talha: "-Hayır, artık bu bahçe Medine fukarasınındır.” diyerek âyet-i kerîmeyi ve verdiği kararını anlattı. Hanımının "İkimiz namına mı, yoksa şahsın için mi bağışladın?" diye bir sualine "İkimiz namına" diye cevap veren, Ebu Talha, bu sefer hanımından şu sözleri işitti:


"-Allah senden razı olsun Eba Talha. Etrafımızdaki fakirleri gördükçe aynı şeyi düşünürdüm de sana söylemeye bir türlü cesaret edemezdim; Allah hayrımızı kabul buyursun, işte ben de geliyorum!"



Ebu Talha'ya 600 ağaçlı hurma bahçesini, kendi rızası ile fukaraya verdiren nedir?


-O'nu böyle fedakârlığa sevk eden bu tesir edici sebebin memleket sathında bütün insanlarda kökleşip kuvvetlenmesi halinde nasıl bir netice doğar? Değil âhiretimiz, dünyamızın dahi intizama girmesi için bu müessire şiddetle muhtaç değil miyiz? Ebu Talha'ya bu fedakârlığı yaptıran müeyyidenin aleyhinde bulunmak, bu îmân kuvvetinin bütün insanlarda yerleşmesine mani olmayı düşünmek, fukaraya yapılan yardımın aleyhinde bulunmak kadar vicdansızca ve ahmakça bir düşünce olmaz mı?"

30 Ağustos 2009 Pazar

ABİD İLE ŞEYTAN




ABİD İLE ŞEYTAN



İsrailoğullarından bir Abid(İbadet eden), yıllarca ibadet etmişti. Bir gün bir heyet geldi? Kendisine:


Şurada birtakım kimseler var. Allah?ı bırakıp ağaca tapıyorlar dedi...


Abid bu habere kızdı? Baltasını sırtladı. O tapılan ağacı kesmek için yola koyuldu. Yolda bir ihtiyar şeklinde onu şeytan karşıladı ve aralarında şöyle bir konuşma geçti..


Sözü şeytan açtı:

-Nereye böyle? ..

Şurada bir ağaç var. Onu kesmeye gidiyorum.


Senin o ağaçla ne ilgin var? Nefsinle uğraşmayı, ibadetini bıraktın; kalkıp başka şeylerle meşgul oluyorsun. Buda benim için bir ibadet sayılır.

Bende elimden geleni yapacağım ve o ağacı sana kestirmeyeceğim. Bundan sonra kavgaya başladılar. Abid şeytanı tutu ve yere vurdu. Göğsüne oturdu? Şeytan yalvarmaya başladı:


- Beni bırak, sana bir iki kelam etmek isterim?


Abid kalktı ve şeytan konuşmaya başladı.


-Allah-ü Tela sana böyle bir vazife vermedi. Sana farz kılmadı.. Sen o ağaca etmiyorsun ya.. Ona bak.. Sen kendini düşün. Başkası seni alakadar etmez. Allah-ü Telanın yeryüzünde Peygamberleri var. İsteseydi; onlardan birini gönderir ve ağacı kesme emrini de verirdi.


Abid şeytanın bu sözüne kanmadı. Tekrar kapıştılar. Şeytanı tekrar yere vurdu? Üstüne de oturdu. Şeytan çaresiz kalınca şöyle dedi:


Aramızı bulan bir iş var. İstersen diyeyim. Bu yapacağım işten daha hayırlıdır ve faydalı.


Abid o şeyin ne olduğunu sorunca:


-Beni serbest bırak, söyleyeyim. Dedi?. Abid bıraktı. Şeytanın tekrar dili çözüldü:


-Sen fakir bir kimsesin? Elinde dünyalık namına bir şeyin yok. İnsanlara yüksün? Onlardan sana yardım ediyor. Halbuki sen bundan hoşlanmıyorsun? Arkadaşlarına iyilik yapmayı istiyor, komşularına yardımda bulunmayı arzuluyorsun.. Kendi varlığınla doymak, insanlara muhtaç olmamak istiyorsun değil mi?


Abid, bu sözleri doğrulayınca şeytan devam etti.


-O halde yapmak istediğin bu işten dön? Sana söz?her gece sen uyurken baş ucuna iki altın koyacağım? Sabah olunca, onları alacaksın..

Kendin ve çocukların ihtiyacı için sarf edecek, arkadaşlarına da dağıtacaksın? Gidip o ağacı kesmektense bu faydalı? Hem senin, hem de i Müslümanlar için daha yararlı.. O ağaç yerinde durmuyor.. Kesilmesi, onlara bir zarar vermeyeceği gibi faydası da olmaz.


-Abid bu sözleri düşündü. Kendi kendine bu ihtiyar doğru söylüyor, dedi. Sonra içinden şu konuşma geçti:


-Ben Peygamber değilim ki, dolayısı ile onu kesmek bana düşmez. Allah-ü Tela bana; o ağacı kes, emrini vermedi ki?. Kesmeyince asi olayım.. Bunun dediği daha faydalı..


Anlaştılar? Şeytan dediğini yapacağına yemin etti? Abid ibadet yerine döndü. Akşam yattı? Sabah kalkınca, baş ucunda iki altını buldu; aldı?

İkinci gün yine böyle oldu; sevindi. Fakat, ertesi gün bulamadı; kızdı? Baltasını omuzladı; ağacı kesmek için yola koyuldu..


Bu defa şeytan; yine bir ihtiyar şeklinde karşısına çıkan şeytana saldırdı? Fakat bu defa gücü şeytan açtı:


-Nereye yine böyle? ..

Abid, hiç anlaşmayı hatırlamadan cevap verdi:


-Şu ağacı kesmeye gidiyorum.

Yanıldım? Artık kesmeye gücün yetmez? Artık yolun oraya çıkmaz.

Abid, önce olduğu gibi, o ihtiyar şeklinde karşısına çıkan şeytana saldırdı? Fakat bu defa gücü yetmedi. Şeytan mukabele etti ve:


-O geçti!..


Dedi.. Tuttu; Abid?i yere vurdu.. Abid şeytanın elinden bir serçe kuşu kadar hafifti..

Abid?i yere serdikten sonra, göğsüne oturdu ve şöyle dedi:



Bu ağacı kesme işinden mutlaka vazgeçeceksin!.. Aksi halde seni öldüreceğim.



Abid; perişan haline baktı. Şeytana karşı koymak gücünü kendinde bulamadı? Çaresiz bir halde konuştu:



-Sana mağlup oldum; serbest bırak... Hüküm senin; yalnız, önce seni nasıl yendim? Şimdi nasıl mağlup oldum? Öğrenmek istiyorum.. Şu işin sırrını anlatırmısın? ..



Şeytan cevap verdi:



Öbür sefer bu ağaca tapanlara karşı duyduğun öfke Allah içindi.. Niyetin ise ahirete aitti? Dünyalık yoktu? Bu yüzden Allah beni sana musahhar kıldı.. Şimdi iş değişti. Kendin için öfkelendin? Dünya için gazaba geliyorsun.. Bu yüzden seni alt ettim.



İmam-ı Gazalinin (El- Mürşid?ül ?Emin) kitabında bu konu ile güzel bir hikaye anlatılır.

27 Ağustos 2009 Perşembe

ABİD İLE ÇOBAN KADIN




ABİD İLE ÇOBAN KADIN



“Abidlerden biri uzun bir süre ibadet yapmıştı.Rüyasında çobanlık yapan bir kadının kendisiyle beraber Cennete girdiğini gördü. Uyandıktan sonraonu arayıp buldu;ne amel yaptığını öğrenmek için yanında üç gün misafir olarak kalmak istedi.Abid, tüm geceyi namaz kılarak geçiriyordu, kadın ise uyuyordu, O gündüzü oruçlu geçiriyordu,kadın ise oruç tutmuyordu. En sonunda: “Senin yaptığın başka amelin var mı?” diye sordu.

Kadın:“Allah’a yemin olsun ki gördüğün farz ve nafilelerden başka bir amelim yok.” dedi. Adam ısrarla“hatırlamaya çalış” diyordu. Nihayet kadın bir amelini hatırladı ve şöyle dedi:


“Bunun dışında yaptığım tek özelliğim var; o da şudur:


** Bir sıkıntıda olduğum zaman refahta olmayı temenni etmem. **


**Hastalandığım zaman, sıhhati arzulamam.**


**Güneşte olduğum zaman da gölgede olmayı istemem.**


” Abid elini başına koyarak: “Senin basit gördüğün özelliğin bu mu?


Allah’a yemin olsun ki bu söylediğin şey, abidlerin aciz kaldığı bir haslettir” dedi.



25 Ağustos 2009 Salı

Halifeyi Ağlatan Çocuk




Halifeyi Ağlatan Çocuk

Sıcak bir yaz günüydü.

Arabistan çöllerine güneş bütün sıcaklığıyla vuruyordu.

Adeta insanın beynini kaynatıyordu.

Herkesin köşesine çekildiği, etrafın sessizliğe büründüğü bir anda, ezan vaktinin yaklaştığını gören halife,

Abdestini almış,ağır ağır camiye gidiyordu.

Bir çocuğun, kendisini geçmek istercesine hızlı adımlarla gittiğini gördü.

Küçücük çocuğun bu telaşı neydi?

Acele edişinin mutlaka bir sebebi vardı.

Acaba bir derdi mi vardı? Derdi varsa, derdine çare bulmak halifenin göreviydi.

Nihayet halkın derdini dert eden halife sordu:

- "Yavrucuğum nedir bu telâşın? Bir derdin mi var?

Niçin bu kadar hızlı gidiyorsun?"

Çocuk halifeyi tanıyamamıştı.

- "Camiye gidiyorum amcacığım" diye cevap verdi.

Halife şaşırdı. Çocuk henüz küçüktü. Ama sözleri büyük adam sözleriydi. Biraz daha konuşturmaya karar verdi:

- "Yavrucuğum senin yaşın daha küçük! namaz sana farz değildir. Niçin bu kadar telaşlanıyorsun ?"

Çocuk kınar gibi halifeye baktı:

- "Amca, amca! Bu işin büyüğü küçüğü olur mu?

Daha dün mahallemizde bir çocuk öldü. Üstelik benden de küçüktü. Ölüm denen gerçeğin büyük küçük ayırdığı yok. En iyisi her yaşta buna hazır olmalı.

Hem bu yaşta namaza alışmazsam, büyüyünce kılmak zor gelebilir."

Halifeyi derin bir düşünce aldı.

Gözlerinden yaşlar boşalırken ağzından şu cümleler döküldü:

"Ey rabbim! Ne akıllı bir çocuktur bu çocuk! Büyüklerde bulunması gereken ruhu taşıyor.!

Dün geçti bugünde bitti yarın mechul öyleyse ömür dediğin bir gündür

O günde bu gündür haydi kardeşler,,,,,


SONSUZLUĞA UZANAN GERÇEĞİN PEŞİNDEN ELİNİ UZATIP BİR ADIM ATMA ZAMANI GELMEDİMİ,,,,,

Selam ve dua ile

27 Temmuz 2009 Pazartesi

DOSTUMA VE DOSTLUĞUNA‏





DOSTUMA VE DOSTLUĞUNA‏



Çölde yolculuk eden iki arkadaş hakkında bir hikaye anlatılır.



Yolculuğun bir aşamasında iki arkadaş tartışırlar biri ötekine bir tokat atar. Tokadı yiyenin canı çok yanar ama tek kelime etmez ve kum üzerine şu sözleri yazar



'BUGÜN EN İYİ ARKADAŞIM BANA BİR TOKAT ATTI.'



Yıkanabilecekleri bir vahaya rastlayana dek yürümeyi sürdürürler.Tokadı yiyen yıkanırken bir batağa saplanır, boğulmak üzereyken arkadaşı tarafından kurtarılır. Boğulmak üzere olan arkadaş tam kurtulduktan sonra bir kaya parçası üzerine şu sözleri kazır:



'BUGÜN EN İYİ ARKADAŞIM BENİM HAYATIMI KURTARDI.'



Tokadı vuran ve sonra arkadaşının hayatını kurtaran kişi ona şöyle der; senin canını yaktığımda bunu kum üzerine yazdın ama şimdi kayaya kazıyorsun.NEDEN?

Öbür arkadaş ona şöyle cevap verir:'Biri bizi incittiğinde bunu kum üzerine yazmalıyız ki bağışlama rüzgarı estiğinde onu silebilsin. Ama biri bize İYİ bir şey

yaparsa onu kayaya kazımalı ki onu hiçbir rüzgar yok etmesin.'



'İNCİNMELERİNİZİ KUMA, GÖRDÜĞÜNÜZ İYLİKLERİ KAYALARA KAZIMAYI ÖĞRENİN.'



Denilir ki özel birini bulmak bir dakikanızı alır,onu değerlendirmeniz bir saat içinde olur,onu sevmek için bir gün yeter ama sonra onu unutabilmek için bir ömrün geçmesi gerekir. Bu sözleri hiç unutamayacağınız kişilere gönderiniz ve bu sözleri size gönderen kişiye de göndermeyi unutmayınız. Bu onları asla unutmayacağınızı bilmelerini sağlayan bir mesajdır.



Eğer kimseye göndermediyseniz bu demektir ki telaş içindesiniz ve dostlarınızı zaten unutmuşsunuz.

24 Temmuz 2009 Cuma

KABAK LASTİKLER



KABAK LASTİKLER

Sokaklarda sefalet kol geziyordu. Kim kime yardım edecek, destek olacaktı? İşsizlik yaygındı. Çevresi de perişandı. Bir yanı yıkılmaya yüz tutmuş evceğizinin camından yola doğru ümitsizce bakarken bir taksinin durduğunu, içinden de bir yolcunun indiğini gördü. Demek ki taksi şoföründe az çok para olacaktı. Çünkü müşteri indirmişti. Bütün cesaretini ve ümidini toplayarak evden çıkıp yola koştu. Yaklaşıp direksiyon başında arabasını hareket ettirmek üzere olan şoföre seslendi:

- Sakın beni dilenci falan zannetmeyin. Üç çocuğumla üç gündür aç beklemekteyim. Bu gidişle namusumun lekelenmesinden korkmaya başladım. Allah rızası için yardımda bulunun. Ben açlıktan ölmeye razıyım. Fakat çocuklarımın çığlıklarına tahammül edemiyorum! Beklenmedik bir anda gelen bu ‘Allah rızası için yardım’ talebi zaten kıt-kanaat geçinen şoförü şaşırtmıştı. Düşünmeye başladı. Cebinde bir miktar parası vardı var olmasına; ancak bu parayı aylardır biriktiriyordu. Çünkü taksinin dört lastiği de kabaklaşmıştı. Onları değiştirmek için çırpınıyordu. Zaten akşamları eve gelince hanım da ikaz etmekten geri kalmıyordu.

- Ne zaman değiştireceksin bu lastikleri? Birazcık geç kalsan aklıma kötü şeyler geliyor. ‘Acaba bir kaza mı yaptı kabak lastiklerle?’ diye korku içinde bekliyorum.

O an için nefsi ve şeytan birlik olup vesvese vermeye başladılar:

- Sen zaten zor geçinen kimsesin. Yardım edecek durumda değilsin. Bas gaza, git yoluna!

Fakat imanı ve vicdanı da sesleniyorlardı:

- Para dediğin şey böyle gün için lazım olur. Belli olmaz Allah’ın rızasının nerede olduğu. Biriktirdiğin parayı bu muhtaç hanıma vermelisin. Tam yeridir. Çocukları var! Namusu var!

Nihayet nefsini ve şeytanını yenmiş, cebindeki lastik parasını tümüyle uzatarak:

- Al bacım, sen namusunla yaşa. Bu para bir müddet idare eder. Sonrasına da Allah başka sebepler halk eder! demiş, minnet etmemek için de hemen gaza basıp oradan uzaklaşırken kadının:

- Sen benim ihtiyacımı karşıladın, Allah da senin ihtiyacını karşılasın! duasını duymuş, gün boyunca kulaklarında çınlayan bu duaya hep (amin) deyip durmuştu. Akşam eve gelince beklediği soruyla yine muhatap oldu.

- Hâlâ değiştirmemişsin lastiklerini...

- Bir lastikçiyle anlaştım. Yeni lastikler gelince hemen değiştirecek... diyerek geçiştirdi.

Bu geçiştirme işi birkaç gün devam etti. Bir akşam yine eve gelirken iyice sıkılmış, “Bu defa ne diyeceğim?” diye düşünürken beklenmedik bir durumla karşılaşmıştı. Hanım kendisine adres yazılı bir kağıt uzatmış, sonra da şöyle demişti.

- Bugün lastikçi geldi, şu adresi verdi. “Yarın bana gelsin lastiklerini değiştireceğim.” deyip gitti. Al şu adresi.

Belli etmemişse de bunun izahını yapamamıştı. Çünkü böyle bir lastikçi ile konuşmamıştı. Merakla sabahı bekledi. İlk işi kağıttaki adrese gitmek oldu. Garipliğe bakın ki tamirciyi hiç görmemiş, buraya hiç gelmemişti. Elindeki kağıdı uzatınca bir şaşkınlık iki tarafta da yaşandı. Adam:

- “Sen o musun?” deyip boynuna sarıldı, başladı hıçkıra hıçkıra ağlamaya. Sonra da şöyle devam etti:

- Tam üç gündür Resulüllah Aleyhisselam rüyama giriyor ve bana, “Şu adresteki şoförün lastiklerini değiştir, ücret olarak da benim şefaatime nail ol.” buyuruyor. Allah için söyle. Sen ne türlü bir iyilik ettin, nasıl bir hayır dua aldın ki Resulüllah Aleyhisselam üç gündür beni ikaz ediyor, senin lastiğini değiştirmem için beni vazifelendiriyor?

10 Haziran 2009 Çarşamba

YAPMAM GEREKEN DAHA ÇOK KÖPRÜ VAR





YAPMAM GEREKEN DAHA ÇOK KÖPRÜ VAR

İki kardeş yan yana bahçelerde birbirine tıpatıp benzeyen aynı özelliklere sahip iki ev yaparlar.Birbirlerini çok severler ve her işlerini birlikte yapmaya gayret ederler.

Evlerin arasından bir de küçük ırmak geçmektedir.Çoğunlukla çoluk çocuk iki aile bu ırmağın kıyısındaki ağacın altında toplanır hafta sonları piknik yaparlar ve tüm haftanın yorgunluğunu birlikte çıkarmaya çalışırlar…Bir gün, hani o günlerden bir gün…

Ne olduysa olmuş ve büyük kardeşle küçük kardeş incir çekirdeğini doldurmayacak bir mesele yüzünden tartışmışlar. Birbirlerine küsmüşler ve artık ırmağın kıyısındaki ağacın altında buluşmaz, hafta sonları da dahil olmak üzere günlerini birlikte geçirmez olmuşlar.
Irmağın üstüne birlikte yaptıkları köprüyü bir gece küçük kardeş büyük bir öfkeyle yıkıp yok etmiş ve artık aradaki mesafe böylece daha da büyümüş.

Bir hafta sonu büyük kardeş öfke, üzüntü ve sıkıntı ile pencereden ırmağın kenarındaki ağacı seyrederken kapısı çalmış.Açtığında karşısında elinde alet çantası ile bir ihtiyarın durduğunu görmüş.

-“Buyurun ne istemiştiniz?” diye sormuş.

İhtiyar “Efendim ben dülgerim. Yani anlayacağınız marangoz. Elimden her iş gelir. Eğer evinizde tamir edilecek, yapılacak bir yer varsa çok ucuz fiyata, hatta karın tokluğuna tamir edebilirim” demiş.

Genç adam biraz düşünmüş ve “Gel benimle” deyip ihtiyarı alıp evin arkasındaki depoya götürmüş. Depoda üst üste yığılmış keresteleri göstermiş. “Bak ihtiyar, bu keresteleri görüyorsun. Bu kerestelerle evin yan tarafındaki ırmağın kenarında, karşı evi kapatacak bir şekilde tahtadan bir perde yapmanı istiyorum. Yüksek olsun ki ben pencereden her baktığımda o evi görmeyeyim. Ben şimdi şehre iniyorum. Akşama gelince seninle hesabımızı görürüz.” demiş ve adam şehre inmiş. İhtiyar da çalışmaya başlamış…

Nihayet akşam geç vakit evin sahibi dönmüş şehirden.İhtiyar ne yaptı diye düşünerek evin ırmağa bakan tarafına doğru yürümüş.Birde ne görsün. Irmağın üstünde eskisinden çok daha güzel ve alımlı bir köprü.
Köprünün bir ucunda işini bitirmiş takımlarını toplayan ihtiyar, diğer tarafında ise gözyaşları içinde küçük kardeşi durmuyor mu…

Küçük kardeş ağabeyini görünce hıçkırıklar içinde kollarını açıp koşmaya ve“Özür diliyorum abi, senden çok özür diliyorum. İnat ettim ve hakkım olmadığı halde bizi birbirimize bağlayan köprüyü yıkıp yok ettim ama sen her zaman olduğu gibi büyüklüğünü gösterdin ve yine bu köprüyü yaptırdın beni affedebilecek misin” diyerek boynuna sarılmış. Ağabey olanlardan habersiz, şaşkın ama durumdan ziyadesi ile mutlu kardeşini kucaklamış…


Az sonra olayın tüm detaylarını düşününce gerçeği görüvermiş. Hemen telaşla ihtiyar dülgere dönmüş ve adeta yalvarırcasına;
-“Ey ihtiyar.. Sen erdemli ve olgun bir bilgesin. Lütfen burada kal. Ömrünün sonuna kadar misafirimiz ol ve bizimle birlikte yaşa, bilgin ve erdeminle bizim de yüreğimizi aydınlat” diye içten bir teklifte bulunmuş.
Ancak ihtiyar dülger zamanın kırıştırdığı yüzünde beliren tatlı bir tebessümle“İsterdim evlat ama yapmam gereken daha çok köprü var”deyip ağır adımlarla yürüyüp kaybolmuş…


İNSANLIK NEYE MUHTAÇ ACABA ?

KÖPRÜLER YIKMAYAMI? KÖPRÜLER YAPMAYA MI?

BİR PROFÖSÖRÜN İLK NAMAZI



BİR PROFÖSÖRÜN İLK NAMAZI 


Amerika’nın muhtelif üniversitelerinde görev yapan matematik Prof. Jeffrey Lang İslam’a giriş hikayesini yazmış olduğu “Melekler Soruncaya Kadar” isimli eserinde derin felsefi düşüncelerle, ruhani duygular arasında ilk namazını şöyle dile getiriyor:


"Müslüman olduğum gün cami imamı, bana namazın kılınışını açıklayan bir kitap verdi. Ancak Müslüman talebelerin buna endişelendiklerini gördüm, bana:

— Acele etme, rahat ol, zamanla yavaş yavaş yaparsın, dediler.
Ben de kendi kendime, namaz bu kadar zor mu, dedim ve talebeleri duymamazlıktan gelerek, hemen vaktinde beş vakit namaz kılmaya karar verdim. O gece, loş ve küçük odama çekilerek kitaptan abdest ve namaz hareketleri egzersizlerini yaptım, namazda okunacak bazı surelerin Arapça okunuşlarıyla İngilizce anlamlarını ezberlemeye çalıştım.


İlk namaz denemesi için kendime güven gelince yatsı namazını kılmaya karar verdim. Vakit gece yarısıydı, kitabı alıp banyoya girdim, kitabı açarak, mutfaktaki ilk yemek denemesi yapan aşçı gibi kitaptaki talimatları dikkat ve incelikle bir bir uyguladım.

Abdest bitince odanın ortasında durup, kapı ve pencerelerin kilitli ve kapalı olmasından emin olduktan sonra kıble olarak bildiğim tarafa yöneldim, derin bir nefes aldım ve elimi kaldırarak alçak bir sesle Allahu Ekber dedim.

Kimsenin beni işitmemesini ve görmemesini umuyordum, yavaş yavaş Fatiha suresi ile kısa bir sureyi Arapça olarak okudum. İkinci bir tekbir alarak Rükua gittim, rükuda biraz tedirginlik hissettim, çünkü hayatımda hiç kimseye eğilmemiştim. Odada yalnız olduğumu hatırlayınca sevindim. Sübhane Rabbiyel Azim dediğimde kalbimin hızla çarptığını hissettim.

Tekrar tekbir getirerek doğruldum ve artık secdeye varma zamanı gelmişti. Secdeye varmak üzere ellerimi ve dizlerimi yere koyunca donakaldım, secdeye gidemiyordum, efendisinin önünde başını yere koyan köle gibi yüzümü, burnumu yere koyup kendimi zillet sandığım bir duruma düşüremiyordum, üstelik bacaklarım da katlanamıyordu, utandım gülünç duruma düştüm zannettim. Bu durumda beni gören, arkadaş ve tanıdıklarımın önünde acınacak ve alay edilecek halimi düşündüm, arkadaşlarımın kahkahalarını duyar gibi oluyordum.
Bir müddet tereddüt ettikten sonra derin bir nefes aldım, başımı seccadeye koydum, dikkatimi dağıtacak düşüncelere yer vermeden ikinci secdeye de vardım. Bu esnada kendi kendime “Daha önümde üç tur daha var” diye düşündüm ve kararlıydım: Neye mal olursa olsun bu namazı tamamlayacağım. Son secdede tam bir sükûnet hissettim. Nihayet teşehhütten sonra selam verdim.


Selamdan sonra bulunduğum yerde olduğum gibi kaldım, geriye dönüp nefsimle giriştiğim savaşı aklımdan geçirdim, bir savaştan çıktığımı hissettim, sonra başımı önüme eğerek mahcup bir şekilde

— Allah’ım geri zekalılığımdan ve tekebbürümden dolayı beni bağışla, uzak bir yerden geldim ve daha önümde kat edilecek uzun bir yol var, diye dua ettim.

Bu esnada daha önce hiç yaşamadığım bir şeyi hissettim. Bunu kelimelerle ifade etmek mümkün değil. Vücudumu, kalbimin bir noktasından çıktığını hissettiğim ve anlatmaktan aciz kaldığım bir dalga kapladı, soğuk gibiydi, ilk etapta irkildim, vücuduma olan etkisinden ziyade garip bir şekilde duygularımı etkiledi ve görünür bir rahmetin varlığını hissettim. Bu rahmet sonra içime nüfuz ederek içimde kaynamaya başladı.

Sonra sebebini bilmeden ağlamaya başladım, ağlamam artıp gözyaşlarım aktıkça, rahmet ve lütuftan harika bir gücün beni kucakladığını hissettim. Günahkâr olmama rağmen, günahlarımdan veya utanç ve sevinçten dolayı ağlamıyordum. Sanki büyük bir set açılmış ve içimdeki korku ve keder sel olup gidiyor. Bu satırları yazarken kendi kendime diyordum:

— Allah’ın rahmet ve mağfireti, sadece günahları affetmiyor, o aynı zamanda bir şifa ve bir sekinedir.

Uzun bir süre başım eğik bir şekilde öylece diz üstü kaldım. Ağlamam durunca, yaşadığım deneyi akıl ile izah etmenin mümkün olmadığını anladım. Bu esnada idrak ettiğim en önemli husus ise, benim Allah’a ve namaza şiddetle muhtaç olduğum gerçeği oldu. Yerimden kalkmadan önce de şu duayı yaptım:


— Allah’ım bir daha küfre girmeye cüret edersem beni, o küfre girmeden önce öldür ve bu hayattan kurtar, hata ve eksiksiz yaşamanın çok zor olduğunu biliyorum, ancak şunu yakînen biliyorum ki, bir tek gün dahi olsa Sensiz yaşamak, Senin varlığını inkâr etmem mümkün değildir.

(Risalehaber, 2009)

HALİL İBRAHİM BEREKETİ






HALİL İBRAHİM BEREKETİ





Vaktiyle birbirini çok seven iki kardeş varmış.

Büyüğü Halil.
Küçüğü ise İbrahim...

Halil, evli çocuklu.
İbrahim ise bekârmış...

Ortak bir tarlaları varmış iki kardeşin...

Ne mahsul çıkarsa, iki pay ederlermiş.

Bununla geçinip giderlermiş...

Bir yıl, yine harman yapmışlar buğdayı.


İkiye ayırmışlar.
İş kalmış taşımaya.

Halil, bir teklif yapmış :
İbrahim kardeşim; Ben gidip çuvalları getireyim. Sen buğdayı bekle.

Peki, abi demiş İbrahim...

Ve Halil gitmiş çuval getirmeye... .

O gidince, düşünmüş İbrahim:

Abim evli, çocuklu. Daha çok buğday lazım onun evine

Böyle demiş ve Kendi payından bir miktar atmış onunkine...

Az sonra Halil çıkagelmiş.

Haydi İbrahim. De miş, önce sen doldur da taşı ambara.

Peki abi.
İbrahim, kendi yığınından bir çuval doldurup düşer yola.

O gidince, Halil düşünür bu defa:

Der ki:

Çok şükür, ben evliyim, kurulu bir düzenim de var.

Ama kardeşim bekâr.

O daha çalışıp, para biriktirecek. Ev kurup evlenecek.

Böyle düşünerek,


Kendi payından atar onunkine birkaç kürek.

Velhasıl, biri gittiğinde, öbürü, kendi payından atar onunkine.

Bu, böyle sürüp gider.

Ama birbirlerinden habersizdirler.

Nihayet akşam olur.

Karanlık basar.

Görürler ki, bitmiyor buğdaylar.

Hatta azalmıyor bile.


Hak teala bu hali çok beğenir.

Buğdaylarına bir bereket verir, bir bereket verir ki...

Günlerce taşır iki kardeş, bitiremezler.
Şaşarlar bu işe...

Aksine çoğalır buğdayları.

Dolar taşar ambarları.


Bugün 'Bereket' denilince, bu karde
ş ler akla gelir.

Bu bereketin adı: halil ibrahim bereketidir.




11 Nisan 2009 Cumartesi

ÖLÜM ANI




ÖLÜM ANI
Hayatımda hiç yaşamadığım bir olaydı ne olduğunu anlayamıyordum. Üzerimde bir örtü vardı. Ve etrafımda insanlar hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Ne olduğunu hala anlamış değildim. Neden üzerimde örtü vardı ve neler oluyordu.
Ellerimi oynatamıyor kımıldayamıyordum. Allah’ım neler oluyordu, bana neler olmuştu. Ayağa kalkmak istiyordum ama kalkamıyordum. Anne neredesin, sesini duyuyorum ama seni göremiyorum. Neden ağlıyorsun anne...
Yanıma gel üzerimdeki örtüyü al. Ben alamıyorum anne... Bir ara bir el üzerimdeki örtüyü aldı. Bu babamdı ve gözleri ağlamaktan şişmişti. Neden ağladın baba... Ben neredeyim. Neden konuşamıyorum. Annemde orda, annem yıkılmıştı sanki. Ağlıyordu hem de hıçkıra hıçkıra. Ağlama anne!
Aman Allah’ım! Eyvah!! Ben ölmüştüm. Evet ben ölmüştüm ve bu etrafımdaki insanlar benim cesedimin üzerinde ağlıyorlardı. Ağlama anne! Ağlama baba!! Allah’ım! Bana yardım et, bana dayanma gücü ver. Annem üzerime yattı ve ağlamaya devam etti. Bir yandan da; Oğlum, yavrum neden bizi bıraktın, diyordu. Anne! Anne! ağlama anne.
Ya babam. Heybetli babam, evimizin direği babam. Ağlama baba! ne olursunuz ağlamayın. Kardeşlerim, komşularımız tamamı ağlıyorlardı. Anne seni son bir defa öpmek, koklamak, sarılmak isterdim ama şimdi olmuyor anne. Annem!! Annem!! Sonra üzerimi tekrar örttüler.
Beni bir tabuta koydular. Evimizden son kez çıkıyordum. Hem de dönmemek üzere Anne!! Ne olur beni bırakma Anne!! gitmek istemiyorum ... Annneeeeeeeeeeee Yağmur yağıyor tabutumun üstüne. damlaları duyuyorum. Beni camiye götürüyorlardı son kez. Hayatta gitmediğim camiye son kez götürülüyordum. Allah’ım götürmeyin. Ne yüzle gideceğim!! Hayatta gitmek istemediğim camiye götürmeyin beni..... Ve imamın er kişi niyetine deyişi... Hakkınızı helal ediyor musunuz? Evet sesleri neye karşı... Hepsine de hakkım geçmişti. Ben kul olamadım kardeş olamadım, ALLAH huzuruna nasıl varırım...... Ve evet..... Allah’ım heyhaaaaat!!!!! Heyhaaaaat!!!!!
Beni son ziyaretgahıma götürüyorlar. Evet kabristana! Allah’ım götürmeyin. Ne olur götürmeyin bu naçiz bedeni. Beni tabuttan çıkardılar, kefenime babam sarıldı, annem uzaktan seyrediyordu. Ağlamaktan gözyaşları kurumuştu. Anne! beni alsana yanına anne.....beni bırakmasana anne..... anneciğim canım annem..... gitme beni bırakma anne...
Babam sarıldı kefenime gözyaşları içinde. Beni 2 metre derinlikteki mezara indirdi. Öptü kefenimi, sarıldı sarıldı, oğlum dedi kulağıma..... Babaaaaaaaaaaammm!!!! Gitme, beni bırakma. Sonra çıktı ağlayarak. Üzerime taşlar dizdiler. Toprak döktüler. Yalnız başıma kalıyordum Tek başıma, kimsesiz. Anne! Neredesin anne..... Dualar edildi, tevhidim çekildi.
En son babamla annem terk etti beni. Annem arkasını dönüp dönüp bakıyordu. Anneeee gitmeeeeeeeeeee!!!!.......... Anneeeeeeeeeeeeeeeeeeee canım Annem bırakma beni, karanlık, çamur, küflü bir yerdeyim kimse yok.
O anda başımda İki kişi belirdi. Kimsiniz, ne istiyorsunuz................ MEN RABBUKE VE MA DİNUKE!!!!! Ne diyecektim, ne cevap verecektim.
Allah’ım bana bir fırsat daha verin. Lütfen bir fırsat daha. Ama geçti diyorlardı. Geçti, kaybettin, senin yerin belirlendi, dünyada iken Allah’ı tanımadın... Bize geldin heyhaaaaat!!!!!!
Bir ara bedenimde bir elin gezindiğini hissettim. Bu bizim aile doktorumuzdu. ‘’Çok şükür evlat kurtuldun,ölümden döndün’’ diyordu. Ne Ölümden dönmesi doktor bey. Ben Öldüm de dirildim.
Çok şükür Rabb’ime bana bir fırsat daha verdi.

1 Nisan 2009 Çarşamba

Hz.Musa Aleyhisselâmın ümmeti





Hz.Musa Aleyhisselâmın ümmeti:




- Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz.


Buyursun bir gün misafirimiz olsun. Nemiz varsa ikram etmeye hazırız, dediklerinde


Musa Aleyhisselâm, onları azarladı. «Nasıl olur, ALLAH (haşa) yemekten, içmekten ve mekândan münezzehtir» diyerek bir daha böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemelerini tenbihledi.


Fakat Musa Kelîmullah Turu Sina'ya çıkıp, bazı münasaatta bulunmak istediğinde, ALLAH tarafından şöyle nida olundu:


- «Ya Musa neden kullarımın davetini bana getirip söylemiyorsun?» Musa Aleyhisselâm: «Ya Rabbi, böyle daveti size gelip söylemekten haya ederim. Nasıl olur, Zatı Ulûhiyetiniz onların söylediklerinden beridir» dedi.


ALLAH (c.c.): «Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı geleceğim» buyurdu.


Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar etti, hazırlığa başlandı, koyunlar, sığırlar kesildi. Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası hazırlandı. Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne bir padişah, ne bir başka yaratıktı. Kâinatın yaratıcısı misafir olarak gelecekti.


Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, akşam üstü uzak yollardan geldiği belli; yorgun argın, üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip:


«Ya Musa! Uzak yollardan geldim, acım, bana bir miktar yemek verin de karnımı doyurayım» dedi.


Hz. Musa: - Acele etme, hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım. Senin de bir katkın bulunsun.


Biraz sonra ALLAH (c.c.) gelecek, dedi. Tabii adam daha fazla diretmeden çekip gitti. Yatsı vakti oldu, beklenen misafir halâ gelmedi. Sabah oluncaya kadar beklediler, halâ gelen giden yoktu. Neyse ümidi kestiler. Hz. Musa taaccüp içinde idi.


İkinci gün Hz. Musa Tur'a gidip: - Ya Rabbi, mahcup oldum, ümmetim: «Ya Sen bizi kandırdın, ya ALLAH sözünde durmadı» diyorlar dediğinde, şöyle hitap olundu:


- Geldim ya Musa, geldim. Açım dedim, beni suya gönderdin, bir lokma ekmek bile vermedin. Beni ne sen, ne kavmin ağırladı.»


Bunun üzerine Hazreti Musa Kelîmullah: - Ya Rabbi bir ihtiyar geldi sadece, o da bir kuldu,


ALLAH değildi. Bu nasıl olur? dediğinde Cenabı ALLAH: - «İşte ben o kulum ile beraberdim. Onu doyursa idiniz, beni doyurmuş olacaktınız. Çünkü ben ne semalara, ne yerlere sığarım, ben ancak aciz bir kulumun kalbine sığarım. Ben o kulumla beraber gelmiştim. Onu aç olarak geri göndermekle, beni geri göndermiş oldunuz» buyurdu.


Demek ki, ALLAH için yapılan her şey, bizzat ALLAH'ın kendisine yapılmış gibi olmakta, ALLAH o kimseden razı olmaktadır.

30 Mart 2009 Pazartesi

Hac Müslümanları uyandırır.



Hac Müslümanları uyandırır.


Hac'ın İnsanlar üzerindeki Etkisine güzel bir örnek!

Malcom X'in (al-Hacc, Malik al-Shabazz)' ın 1964 yılında yaptığı Hac ziyareti sırasında Harlem'deki arkadaşlarına Mekke'den yazdı...


MALCOLM X ' DEN ( al-Hajj, Malik al-Shabazz)
(HACI MALİK EL ŞAHBAZ) MEKKE'DEN MEKTUP VAR...!


( * )Ömrümde, her renkten, her ırktan insanların birlikte kaynaştığı, İbrahim'in, Muhammed'in ve semavi klitaplardaki bütün peygamberlere ev sahipliği yapan, şimdi bulunduğum bu mukaddes topraklardaki kadar, insanlar arasında böylesine coşkulu ve içtenlikli bir konukseverlik, böylesine yüreklerden taşan gerçek bir kardeşlik hiç görmedim.

Geçen hafta çevremde her renkten insanların oluşturduğu asil ve anlatılamaz ihtişamdan büyülenmiş bir halde ve konuşmaktan aciz kaldım.

Beni Yaratan Allah beni Mukaddes Mekke'yi ziyaret etmekle ödüllendirdi. Kâbe'nin çevresini yedi kere döndüm. İnsanlığın dertlerine deva İslâm'ın Kutsal suyu Zemzem'den kana kana içtim. Safa ve Merve tepeleri arasında yedi defa gittim ve geldim. Adem''in yurdunda tarihin en eski kenti Mina'da, Arafat'ta dua ettim.
Dünyanın dört bucağından onbinlerce hacı ile ile birlikteydim. Mavi gözlü sarışınlardan siyah derili Afrikalıya kadar bütün renkler kaynaşmıştı. Fakat hepsi insanların birlikteliğini, tek bir ruh halinin ibadeti içinde idiler. Bu benim Amerika'da siyah ile beyaz arasında göremediğim, fakat görülmesi kaçınılmaz olan ve olanaklı olan bir manzaraydı.

Amerika, İslâm'ı tanımalı, anlamalı ve bilmelidir. Çünkü sadece bu din toplumdaki ırk, renk, insanlar arasındaki ayırımı kökten reddetmektedir. İslâm ülkelerine yaptığım gezilerde konuştuğum insanlar ve hatta beraber yemek yediğim beyaz Amerikalılar kafalarındaki beyaz ayırımcılığın İslâm ile tanıştıktan sonra yok olduğunu söylediler.
İnsanların renklerine bakılmaksızın birlikte içiçe oldukları böylesine içtenlikli ve gerçek bir kardeşlik bir manzarasını bundan önce hiç görmemiştim.

Bu sözcükleri benden işitmekle belki şaşıracaksınız. Bu Hac sırasında gördüğüm ve yaşadığım bu gerçekler benim daha önceden eriştiğim düşünce biçimini yeniden temellendirmede büyük etkisi oldu ve bazı varsayımlarımı terketmeye karar verdim.

Bu benim için hiç de zor olmayacak. Sıkı ve kesin kabul ettiğim düşüncelerime rağmen ve ben her zaman gerçeğin arayışı içinde oldum ve karşılaştığım her yeni gerçeği yeni bir aşama, yeni bir bilginin açılımı olarak kabul ettim.

Gerçeğin yetenekle aranmasının önemli ve belki de ilk şartı olan beynimi ve aklımı daima açık tuttum. Bu Kutsal yerlerde geçirdiğim 11 gün içinde bu Müslüman kardeşlerimle Tek ve aynı Allah'a ibadet ve dua ederken onlarla birlikte aynı tabaktan yedim, aynı bardaktan içtim, aynı kilimin üstünde uyudum. Gözleri mavilerin en mavisi, saçları sarıların en sarısı ve derileri beyazların en beyazı idi.

Ve beyaz Müslümanların sözcükleriyle ben Nijerya'dan, Sudan'dan ve Gana'dan siyah Afrikalı Müslümanlar arasında ayni ve gerçek içtenliği ve duyarlılığı yaşadım. Biz gerçekten kardeşlerdik, kardeştik. Çünkü inançlarımız tek Allah'a idi ve aramızda renkler kalmamış ve Beyaz renk, Amerika'da var olan tutum ve davranışlarıyla düşüncelerimizden sökülüp atılmıştı.

Eğer beyaz Amerikalılar Allah'ın tekliğini kabul ettiklerinde insanın da Birliği gerçeğini kabul edecekler, insanlar arasında antropolojik üstünlük ölçülerine, farklı renklere farklı muamelede bulunmaya son vereceklerdir.

Amerika'daki ırkçılık tedavi kabul etmez bir kanser salgınıdır. Beyaz Amerikalı'nın Hıristiyan kalbi böylesine yıkıcı bir hastalığın tedavisinde kanıtlanmış bir gerçeği kabul etmesi kaçınılmazdır. Irkçılık Almanya'da Almanları içeren vurmuş ve yıkmıştır.

Bu kutsal topraklarda geçen her saat bana Amerika'daki siyah-beyaz çatışmasına yaklaşımda çok daha güçlü bir iç zenginliği kazandırıyor. Amerikan zencileri ırkçı kinleri nedeniyle asla suçlanamazlar. Onların tepkileri Amerikan beyazlarının 400 senelik bilinçli ırkçı davranışlarına karşı oluşan bir bilinçaltının doğal sonucıdur.

Irkçılık Amerikayı bir intihar yolunda sarmalayarak yürütmektedir. Gözlemlerime dayanarak çeşitli zaman ve mekânlarda kolej ve üniversitelerde birlikte olduğum yeni nesil beyaz gençlerin duvarlardaki yazıları görüp okuduktan sonra birçoğunun Amerika'yı tümden bir yıkıma götürecek ırkçılık hastalığından kurtaracak tek doğru yolu bulmaları kadar doğal bir şey olamazdı.

Hiç de öyle çok yüksekten bir saygınlık görmedim ve bunu beklemiyordum da. Kendimi o kadar saygıya değer veya değersiz de hissetmedim...! Birkaç gece önce Amerikada kendisini beyaz olarak gören bir beyaz adam, Birleşmiş Milletler'de bir diplomat, bir elçi, kralların bir arkadaşı kendi dairesini, kendi yatağını bana verdi .
Amerika'da böyle bir muamele göreceğim aklımın ucundan geçmesi bir yana rüyalarımda bile olası değildir. Böyle saygınlık ve şerefli bir muamele Amerika'da değil bir zenciye bir krala bile yapılması şaşkınlık yaratacak bir gelişmedir.

Bütün övgüler yerin, yedi kat semanın ve evrenlerin yegâne yaratıcısı ve sahibi Yüce Allah'a aittir.

İbrahim Amca'nın Hikayesi




İbrahim Amca'nın Hikayesi



Bu yaşanmış gerçek bir hikaye.


Mısırlı bir dava adamı olan doktor Saffet Hicazi'den dinledim bir Tv kanalında..


Kendisi de, olayın kahramanındanbizzat dinlemiş.


İbrahim Amca bir Türk. Fransa'da yaşıyor ve mütevazı bir bakkal dükkanı var, daha doğrusu küçük bir marketi..O'ndan alışveriş yapan bir sürü site sakini var dükkanının çevresinde. Her milletten, her dinden, her renk ve ırktan pek çok insanlar..


Olayımızın kahramanı Cad, 7 yaşında bir Yahudi çocuğudur. Cad, hergün gelir ve İbrahim Amca'dan alışveriş yapar, her gelişinde de sahibine hissettirmeden(!) bir çikolatayı cebine indiriverir..Bu aylarca böyle devam eder.


Birgün yine gelir, alışveriş yapar ama her zaman yaptığı gibi çikolata almaz, çıkar..


İbrahim Amca, arkasından seslenir şefkatle;"Caad, bugün çikolatanı almadın " Ve uzatır ona her zaman Cad'ın aldığı çikolatayı..


Şaşırır çocuk ve; "Biliyor muydun?" der hayretle.


İbrahim Amca başını okşar Cad'ın ve; "Sakın bir daha çalma Cad, hırsızlık büyük bir suçtur..

Başkasının hakkına tecavüzdür! Buraya geldiğinde yine al çikolatanı, ama benden hediye olarak" der şefkatle..


Bundan sonra Cad ile arkadaş hatta dost olurlar..İbrahim Amca 50 yaşında, Cad ise 7 yaşında bir çocuktur..


Aradan yıllar geçer..Ne zaman Cad'ın bir sıkıntısı olsa, doğru İbrahim Amca'sına koşar Cad.. O'nun şefkatli sinesine sığınır; Ailesiyle, arkadaşlarıyla vb. tüm sorunlarını anlatır bu dostuna ve nasihatlarini, çözümlerini hayranlıkla dinler, uygular.

Ne zaman sıkıntıyla İbrahim Amca'sına koşsa Cad, İbrahim Amcası çekmecesinden bir kitap çıkarır ve Cad'a vererek; "Hadi aç bir yeri" der, sonra Cad'ın açtığı yeri okur, Cad'a anlatır ve sorununu böylece çözümlerler birlikte. Hayrettir ki, her defasında da teşhis ve çözümler doğrudur!..


Böylelikle tam 17 yıl geçer; Cad 24 yaşında koca bir genç delikanlı, İbrahim Amca da ötelere yürüyen bir fani..Ama dostlukları hep bu minval üzeri devam etmiştir..


Bir gün emr-i Hakk vaki olur ve İbrahim Amca, Hakk'ın rahmetine kavuşur..Ölmeden önce çocuklarına bir vasiyeti vardır İbrahim Amca'nın;"İçerideki küçük Sandık olduğu gibi hiç açılmadan Cad'a verilecektir."Cad, bu en büyük dostunun ölümüyle yıkılır..Çok ağlar, çok yanar. Artık elinden yüreğinden tutan, sorunlarına çözümler bulan, sırdaşı-dert ortağı yoktur.

Vasiyet üzerine sandık Cad'a ulaştırılır. Ama ilk anların hüznüyle açmak bile istemez Cad..


Neden sonra yine büyük bir sorunla baş başa kalır Cad ve içinden çıkamadığı, çok daraldığı bir vakit aklına İbrahim Amcası gelir, gözleri dolar; seslenir dostuna;


"Ah keşke burada olsaydın da, çözümleseydin yine, bak yalnız kaldım, bak ortada kaldım." derken aklına sandık gelir..Koşar açar sandığı. Bir de bakar ki sandıktan, İbrahim Amca'sının eline verip açtırdığı ve okuduğu böylelikle sorunlarını her seferinde çözümlediği o Kitap çıkar.


Kur'an'dır O!..Ama bilmez bunu Cad.. Koşar, okutmak için birini arar, herkese gösterir kitabı. Sonunda bir Tunuslu okur açtığı sayfayı ve tercüme eder Cad'a..Sorun yine çözümlenmiştir o Kitap sayesinde..

İnsanları hemen yargılamayalım..




İnsanları hemen yargılamayalım..



İş adamı tıraş olurken bir yandan da berberiyle sohbet etmektedir. Derken, kapının önünden ağır ağır geçmekte olan paspal bir çocuk görürler.

Berber, iş adamının kulağına fısıldar;

"Bu çocuk var ya, dünyanın en aptal çocuklarından biridir! Bak; dikkat et şimdi..."

Berber çocuğa seslenir:

"Ali, buraya gel!". Bunun üzerine çocuk sakince dükkana girer ve yüzündeki aptalca sırıtmayla berberi selamlar.

Berber işadamının kulağına sessizce, "bak şimdi" diye fısıldar ve bir elinde beş yüz bin, diğer elinde beş milyonluk bir banknot olduğu halde çocuğa sorar:

"Hangisini istiyorsan alabilirsin?" Çocuk dalgın dalgın bir beş yüz bine bir de beş milyona bakar ve sonunda beş yüz binlik banknotu hızlıca çekerek berberin elinden alır.

Berber işadamına döner ve gülerek:

"Gördün mü? Sana söylemiştim." der.

Tıraş bitince işadamı sokağa çıkar ve az ileride kendi kendine oynayan Ali'yi görür.

Yanına giderek, neden beş milyonluk değil de, beş yüz binlik banknotu aldığını sorar.

Çocuk hiç de aptalca olmayan bir sırıtmayla yanıt verir :

- Eğer beş milyonluğu alırsam oyun biter!"

***Allah'ın bile insanlar hakkındaki hükmünü, ömürleri sona erdikten sonra verdiğine inanırken; Biz kim oluyoruz da insanları birkaç kez görmekle, onlarla ilgili iki-üç yazı okumakla, birkaç dedikodu dinlemekle yargılama hakkına sahip olabiliyoruz!..

Beddua yerine dua...



Beddua yerine dua...



Ma'rûf-ı Kerhi Hazretleri bir gün talebelerini toplar. Dicle kenarındaki hurmalıklara çekilir sohbet ederler. Bu esnada nehirden bir kayık geçer. İçinde birkaç bıçkın genç. Hem içki içerler, hem şarkı söylerler. Bir ara hepten şirazeden çıkar, naralar atarlar. Talebeler bu edepsizliğe çok bozulur.


Hatta içlerinden bazıları:


-Ah şu kayık bir devrilse de günlerini görseler, derlerArdarda patlayan kahkahalardan ders yapılamaz olunca mübarek o yana döner.


Ellerini açar ve;


- Ya Rabbi, Sen bu kullarını dünyada neşelendirdiğin gibi ahirette de neşelendir. Onlara hidayet ve istikamet nasip eyle, der. İşte tam o sıra gençlerden biri sahildeki sohbetin farkına varır, arkadaşlarını uyarır. Mübareği görünce derlenir toparlanırlar. Hatta sazlarını kırar, destileri suya atarlar. Mahçup mahçup gelir, Şeyh Mar'uf'un ellerine kapanırlar. O günden sonra sohbetin müdavimlerinden olurlar.

Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?




Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?


ALÂÜDDİN ATTÂR (K.S.) ANLATIYOR:


Şâh-ı Nakşibend hazreteleri beni kabul edince, kendilerini o kadar sevdim ki, sohbetlerinden ayrılamayacak hâle geldim.


Bu halde iken, bir gün bana dönüp;


'' Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?' buyurdu.


'İkrâm sâhibi zâtınız, âciz hizmetçisine iltifât etmelisiniz, hizmetçinizde sizi sevmelidir' diyerek cevap verdim. Bunun üzerine: '' Bir müddet bekle, işi anlarsın' buyurdu. Bir müddet sonra, kalbimde, onlara karşı muhabbetten eser kalmadı. O zaman; 'Gördün mü; sevgi bizden midir, senden midir?' buyurdu.


Beyt: Eğer mâ'şûktan olmazsa muhabbet âşıka, Âşığın uğraşması mâ'şûka kavuşturamaz aslâ!


Paylaşılamayan velî Mar'uf-ı Kerhi



Paylaşılamayan velî Mar'uf-ı Kerhi.


Mar'uf-ı Kerhi, Hazretlerini sadece Müslümanlar değil, Hıristiyanlar da çok sever. Bir defasında bunlardan biri gelir, 'çocuk sahibi olabilmek' için dua ister. Büyük veli bir fırsatını bulup onu zarif bir şekilde İslâm'a davet eder.
Adam;-
İyi ama, ben buraya din değiştirmeye gelmedim ki. İstediğim sadece bir evlad, der.
Veli;-
Allah sana hayırlı bir evlad nasip etsin. Onun elinden imana gelesin, diye dua eder. Çok geçmez, adamcağızın çok akıllı bir oğlu olur. Okul çağı gelince onu kilise mektebine gönderir. Rahip ilk gün teslisi anlatır ama çocuk bir tuhaf olur.
Çocuk;
- Hayır! kalbim daralıyor, dilim söylemiyor, der.
Rahip;-
Tamam, bunları sonra konuşuruz. Şimdi alfabeye geçelim. Haydi bana harfleri oku,der.
Çocuk bir şiir okur ki ilk beyit elif, beyle başlar son beyit lamelif, ye ile biter. Her mısra Allahü teâlânın sıfatlarını ve Muhammed Aleyhisselamın meziyetlerini anlatır ki sanatlarla doludur.
Çocuk, alfabeyi bitirip devam eder. "Ağlatan, güldüren, öldüren, dirilten Allah'a yemin ederim ki O'nun kapısından başkasına giden mutlaka zarar etti.Ondan başkasından ne zarar gelebilir, ne fayda.
Kul isyan eder, örter âliyyul âlâ." Rahip bu sözleri söyleyeni değil söyleteni arar ve doğruyu bulur. Çocuğun babasını da İslâm'a davet eder. Adamcağız itiraz etmez zira yıllar evvel Şeyh Ma'ruf'un ettiği dua kulaklarında çınlamaktadır.
Ma'ruf-i Kerhi Hazretleri ölümü yaklaştığında vefakâr talebesi Sırrıyî Sekati'ye döner ve:
- Ben ölünce üzerimdeki gömleği fakirlere ver, der. Biliyor musunuz zaten bütün serveti o gömlektir. Hasılı bu âlemden geldiği gibi gider. Mübarek kimseyi kırmaz ve herkese insanca muamele eder. Bu yüzden onu herkes sever. Komşuları cenazesini paylaşamazlar.
Hıristiyanlar ve Yahudiler de gelir onu kendi mezarlıklarına defnetmeye kalkışırlar. Ancak tabutu yerinden bile oynatamazlar, halbuki Müslümanlar el attığında naaş tüy gibi hafifler ve kuş gibi uçar. Orada bulunanlar topyekün müslüman olurlar.