30 Mart 2009 Pazartesi

Hac Müslümanları uyandırır.



Hac Müslümanları uyandırır.


Hac'ın İnsanlar üzerindeki Etkisine güzel bir örnek!

Malcom X'in (al-Hacc, Malik al-Shabazz)' ın 1964 yılında yaptığı Hac ziyareti sırasında Harlem'deki arkadaşlarına Mekke'den yazdı...


MALCOLM X ' DEN ( al-Hajj, Malik al-Shabazz)
(HACI MALİK EL ŞAHBAZ) MEKKE'DEN MEKTUP VAR...!


( * )Ömrümde, her renkten, her ırktan insanların birlikte kaynaştığı, İbrahim'in, Muhammed'in ve semavi klitaplardaki bütün peygamberlere ev sahipliği yapan, şimdi bulunduğum bu mukaddes topraklardaki kadar, insanlar arasında böylesine coşkulu ve içtenlikli bir konukseverlik, böylesine yüreklerden taşan gerçek bir kardeşlik hiç görmedim.

Geçen hafta çevremde her renkten insanların oluşturduğu asil ve anlatılamaz ihtişamdan büyülenmiş bir halde ve konuşmaktan aciz kaldım.

Beni Yaratan Allah beni Mukaddes Mekke'yi ziyaret etmekle ödüllendirdi. Kâbe'nin çevresini yedi kere döndüm. İnsanlığın dertlerine deva İslâm'ın Kutsal suyu Zemzem'den kana kana içtim. Safa ve Merve tepeleri arasında yedi defa gittim ve geldim. Adem''in yurdunda tarihin en eski kenti Mina'da, Arafat'ta dua ettim.
Dünyanın dört bucağından onbinlerce hacı ile ile birlikteydim. Mavi gözlü sarışınlardan siyah derili Afrikalıya kadar bütün renkler kaynaşmıştı. Fakat hepsi insanların birlikteliğini, tek bir ruh halinin ibadeti içinde idiler. Bu benim Amerika'da siyah ile beyaz arasında göremediğim, fakat görülmesi kaçınılmaz olan ve olanaklı olan bir manzaraydı.

Amerika, İslâm'ı tanımalı, anlamalı ve bilmelidir. Çünkü sadece bu din toplumdaki ırk, renk, insanlar arasındaki ayırımı kökten reddetmektedir. İslâm ülkelerine yaptığım gezilerde konuştuğum insanlar ve hatta beraber yemek yediğim beyaz Amerikalılar kafalarındaki beyaz ayırımcılığın İslâm ile tanıştıktan sonra yok olduğunu söylediler.
İnsanların renklerine bakılmaksızın birlikte içiçe oldukları böylesine içtenlikli ve gerçek bir kardeşlik bir manzarasını bundan önce hiç görmemiştim.

Bu sözcükleri benden işitmekle belki şaşıracaksınız. Bu Hac sırasında gördüğüm ve yaşadığım bu gerçekler benim daha önceden eriştiğim düşünce biçimini yeniden temellendirmede büyük etkisi oldu ve bazı varsayımlarımı terketmeye karar verdim.

Bu benim için hiç de zor olmayacak. Sıkı ve kesin kabul ettiğim düşüncelerime rağmen ve ben her zaman gerçeğin arayışı içinde oldum ve karşılaştığım her yeni gerçeği yeni bir aşama, yeni bir bilginin açılımı olarak kabul ettim.

Gerçeğin yetenekle aranmasının önemli ve belki de ilk şartı olan beynimi ve aklımı daima açık tuttum. Bu Kutsal yerlerde geçirdiğim 11 gün içinde bu Müslüman kardeşlerimle Tek ve aynı Allah'a ibadet ve dua ederken onlarla birlikte aynı tabaktan yedim, aynı bardaktan içtim, aynı kilimin üstünde uyudum. Gözleri mavilerin en mavisi, saçları sarıların en sarısı ve derileri beyazların en beyazı idi.

Ve beyaz Müslümanların sözcükleriyle ben Nijerya'dan, Sudan'dan ve Gana'dan siyah Afrikalı Müslümanlar arasında ayni ve gerçek içtenliği ve duyarlılığı yaşadım. Biz gerçekten kardeşlerdik, kardeştik. Çünkü inançlarımız tek Allah'a idi ve aramızda renkler kalmamış ve Beyaz renk, Amerika'da var olan tutum ve davranışlarıyla düşüncelerimizden sökülüp atılmıştı.

Eğer beyaz Amerikalılar Allah'ın tekliğini kabul ettiklerinde insanın da Birliği gerçeğini kabul edecekler, insanlar arasında antropolojik üstünlük ölçülerine, farklı renklere farklı muamelede bulunmaya son vereceklerdir.

Amerika'daki ırkçılık tedavi kabul etmez bir kanser salgınıdır. Beyaz Amerikalı'nın Hıristiyan kalbi böylesine yıkıcı bir hastalığın tedavisinde kanıtlanmış bir gerçeği kabul etmesi kaçınılmazdır. Irkçılık Almanya'da Almanları içeren vurmuş ve yıkmıştır.

Bu kutsal topraklarda geçen her saat bana Amerika'daki siyah-beyaz çatışmasına yaklaşımda çok daha güçlü bir iç zenginliği kazandırıyor. Amerikan zencileri ırkçı kinleri nedeniyle asla suçlanamazlar. Onların tepkileri Amerikan beyazlarının 400 senelik bilinçli ırkçı davranışlarına karşı oluşan bir bilinçaltının doğal sonucıdur.

Irkçılık Amerikayı bir intihar yolunda sarmalayarak yürütmektedir. Gözlemlerime dayanarak çeşitli zaman ve mekânlarda kolej ve üniversitelerde birlikte olduğum yeni nesil beyaz gençlerin duvarlardaki yazıları görüp okuduktan sonra birçoğunun Amerika'yı tümden bir yıkıma götürecek ırkçılık hastalığından kurtaracak tek doğru yolu bulmaları kadar doğal bir şey olamazdı.

Hiç de öyle çok yüksekten bir saygınlık görmedim ve bunu beklemiyordum da. Kendimi o kadar saygıya değer veya değersiz de hissetmedim...! Birkaç gece önce Amerikada kendisini beyaz olarak gören bir beyaz adam, Birleşmiş Milletler'de bir diplomat, bir elçi, kralların bir arkadaşı kendi dairesini, kendi yatağını bana verdi .
Amerika'da böyle bir muamele göreceğim aklımın ucundan geçmesi bir yana rüyalarımda bile olası değildir. Böyle saygınlık ve şerefli bir muamele Amerika'da değil bir zenciye bir krala bile yapılması şaşkınlık yaratacak bir gelişmedir.

Bütün övgüler yerin, yedi kat semanın ve evrenlerin yegâne yaratıcısı ve sahibi Yüce Allah'a aittir.

İbrahim Amca'nın Hikayesi




İbrahim Amca'nın Hikayesi



Bu yaşanmış gerçek bir hikaye.


Mısırlı bir dava adamı olan doktor Saffet Hicazi'den dinledim bir Tv kanalında..


Kendisi de, olayın kahramanındanbizzat dinlemiş.


İbrahim Amca bir Türk. Fransa'da yaşıyor ve mütevazı bir bakkal dükkanı var, daha doğrusu küçük bir marketi..O'ndan alışveriş yapan bir sürü site sakini var dükkanının çevresinde. Her milletten, her dinden, her renk ve ırktan pek çok insanlar..


Olayımızın kahramanı Cad, 7 yaşında bir Yahudi çocuğudur. Cad, hergün gelir ve İbrahim Amca'dan alışveriş yapar, her gelişinde de sahibine hissettirmeden(!) bir çikolatayı cebine indiriverir..Bu aylarca böyle devam eder.


Birgün yine gelir, alışveriş yapar ama her zaman yaptığı gibi çikolata almaz, çıkar..


İbrahim Amca, arkasından seslenir şefkatle;"Caad, bugün çikolatanı almadın " Ve uzatır ona her zaman Cad'ın aldığı çikolatayı..


Şaşırır çocuk ve; "Biliyor muydun?" der hayretle.


İbrahim Amca başını okşar Cad'ın ve; "Sakın bir daha çalma Cad, hırsızlık büyük bir suçtur..

Başkasının hakkına tecavüzdür! Buraya geldiğinde yine al çikolatanı, ama benden hediye olarak" der şefkatle..


Bundan sonra Cad ile arkadaş hatta dost olurlar..İbrahim Amca 50 yaşında, Cad ise 7 yaşında bir çocuktur..


Aradan yıllar geçer..Ne zaman Cad'ın bir sıkıntısı olsa, doğru İbrahim Amca'sına koşar Cad.. O'nun şefkatli sinesine sığınır; Ailesiyle, arkadaşlarıyla vb. tüm sorunlarını anlatır bu dostuna ve nasihatlarini, çözümlerini hayranlıkla dinler, uygular.

Ne zaman sıkıntıyla İbrahim Amca'sına koşsa Cad, İbrahim Amcası çekmecesinden bir kitap çıkarır ve Cad'a vererek; "Hadi aç bir yeri" der, sonra Cad'ın açtığı yeri okur, Cad'a anlatır ve sorununu böylece çözümlerler birlikte. Hayrettir ki, her defasında da teşhis ve çözümler doğrudur!..


Böylelikle tam 17 yıl geçer; Cad 24 yaşında koca bir genç delikanlı, İbrahim Amca da ötelere yürüyen bir fani..Ama dostlukları hep bu minval üzeri devam etmiştir..


Bir gün emr-i Hakk vaki olur ve İbrahim Amca, Hakk'ın rahmetine kavuşur..Ölmeden önce çocuklarına bir vasiyeti vardır İbrahim Amca'nın;"İçerideki küçük Sandık olduğu gibi hiç açılmadan Cad'a verilecektir."Cad, bu en büyük dostunun ölümüyle yıkılır..Çok ağlar, çok yanar. Artık elinden yüreğinden tutan, sorunlarına çözümler bulan, sırdaşı-dert ortağı yoktur.

Vasiyet üzerine sandık Cad'a ulaştırılır. Ama ilk anların hüznüyle açmak bile istemez Cad..


Neden sonra yine büyük bir sorunla baş başa kalır Cad ve içinden çıkamadığı, çok daraldığı bir vakit aklına İbrahim Amcası gelir, gözleri dolar; seslenir dostuna;


"Ah keşke burada olsaydın da, çözümleseydin yine, bak yalnız kaldım, bak ortada kaldım." derken aklına sandık gelir..Koşar açar sandığı. Bir de bakar ki sandıktan, İbrahim Amca'sının eline verip açtırdığı ve okuduğu böylelikle sorunlarını her seferinde çözümlediği o Kitap çıkar.


Kur'an'dır O!..Ama bilmez bunu Cad.. Koşar, okutmak için birini arar, herkese gösterir kitabı. Sonunda bir Tunuslu okur açtığı sayfayı ve tercüme eder Cad'a..Sorun yine çözümlenmiştir o Kitap sayesinde..

İnsanları hemen yargılamayalım..




İnsanları hemen yargılamayalım..



İş adamı tıraş olurken bir yandan da berberiyle sohbet etmektedir. Derken, kapının önünden ağır ağır geçmekte olan paspal bir çocuk görürler.

Berber, iş adamının kulağına fısıldar;

"Bu çocuk var ya, dünyanın en aptal çocuklarından biridir! Bak; dikkat et şimdi..."

Berber çocuğa seslenir:

"Ali, buraya gel!". Bunun üzerine çocuk sakince dükkana girer ve yüzündeki aptalca sırıtmayla berberi selamlar.

Berber işadamının kulağına sessizce, "bak şimdi" diye fısıldar ve bir elinde beş yüz bin, diğer elinde beş milyonluk bir banknot olduğu halde çocuğa sorar:

"Hangisini istiyorsan alabilirsin?" Çocuk dalgın dalgın bir beş yüz bine bir de beş milyona bakar ve sonunda beş yüz binlik banknotu hızlıca çekerek berberin elinden alır.

Berber işadamına döner ve gülerek:

"Gördün mü? Sana söylemiştim." der.

Tıraş bitince işadamı sokağa çıkar ve az ileride kendi kendine oynayan Ali'yi görür.

Yanına giderek, neden beş milyonluk değil de, beş yüz binlik banknotu aldığını sorar.

Çocuk hiç de aptalca olmayan bir sırıtmayla yanıt verir :

- Eğer beş milyonluğu alırsam oyun biter!"

***Allah'ın bile insanlar hakkındaki hükmünü, ömürleri sona erdikten sonra verdiğine inanırken; Biz kim oluyoruz da insanları birkaç kez görmekle, onlarla ilgili iki-üç yazı okumakla, birkaç dedikodu dinlemekle yargılama hakkına sahip olabiliyoruz!..

Beddua yerine dua...



Beddua yerine dua...



Ma'rûf-ı Kerhi Hazretleri bir gün talebelerini toplar. Dicle kenarındaki hurmalıklara çekilir sohbet ederler. Bu esnada nehirden bir kayık geçer. İçinde birkaç bıçkın genç. Hem içki içerler, hem şarkı söylerler. Bir ara hepten şirazeden çıkar, naralar atarlar. Talebeler bu edepsizliğe çok bozulur.


Hatta içlerinden bazıları:


-Ah şu kayık bir devrilse de günlerini görseler, derlerArdarda patlayan kahkahalardan ders yapılamaz olunca mübarek o yana döner.


Ellerini açar ve;


- Ya Rabbi, Sen bu kullarını dünyada neşelendirdiğin gibi ahirette de neşelendir. Onlara hidayet ve istikamet nasip eyle, der. İşte tam o sıra gençlerden biri sahildeki sohbetin farkına varır, arkadaşlarını uyarır. Mübareği görünce derlenir toparlanırlar. Hatta sazlarını kırar, destileri suya atarlar. Mahçup mahçup gelir, Şeyh Mar'uf'un ellerine kapanırlar. O günden sonra sohbetin müdavimlerinden olurlar.

Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?




Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?


ALÂÜDDİN ATTÂR (K.S.) ANLATIYOR:


Şâh-ı Nakşibend hazreteleri beni kabul edince, kendilerini o kadar sevdim ki, sohbetlerinden ayrılamayacak hâle geldim.


Bu halde iken, bir gün bana dönüp;


'' Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?' buyurdu.


'İkrâm sâhibi zâtınız, âciz hizmetçisine iltifât etmelisiniz, hizmetçinizde sizi sevmelidir' diyerek cevap verdim. Bunun üzerine: '' Bir müddet bekle, işi anlarsın' buyurdu. Bir müddet sonra, kalbimde, onlara karşı muhabbetten eser kalmadı. O zaman; 'Gördün mü; sevgi bizden midir, senden midir?' buyurdu.


Beyt: Eğer mâ'şûktan olmazsa muhabbet âşıka, Âşığın uğraşması mâ'şûka kavuşturamaz aslâ!


Paylaşılamayan velî Mar'uf-ı Kerhi



Paylaşılamayan velî Mar'uf-ı Kerhi.


Mar'uf-ı Kerhi, Hazretlerini sadece Müslümanlar değil, Hıristiyanlar da çok sever. Bir defasında bunlardan biri gelir, 'çocuk sahibi olabilmek' için dua ister. Büyük veli bir fırsatını bulup onu zarif bir şekilde İslâm'a davet eder.
Adam;-
İyi ama, ben buraya din değiştirmeye gelmedim ki. İstediğim sadece bir evlad, der.
Veli;-
Allah sana hayırlı bir evlad nasip etsin. Onun elinden imana gelesin, diye dua eder. Çok geçmez, adamcağızın çok akıllı bir oğlu olur. Okul çağı gelince onu kilise mektebine gönderir. Rahip ilk gün teslisi anlatır ama çocuk bir tuhaf olur.
Çocuk;
- Hayır! kalbim daralıyor, dilim söylemiyor, der.
Rahip;-
Tamam, bunları sonra konuşuruz. Şimdi alfabeye geçelim. Haydi bana harfleri oku,der.
Çocuk bir şiir okur ki ilk beyit elif, beyle başlar son beyit lamelif, ye ile biter. Her mısra Allahü teâlânın sıfatlarını ve Muhammed Aleyhisselamın meziyetlerini anlatır ki sanatlarla doludur.
Çocuk, alfabeyi bitirip devam eder. "Ağlatan, güldüren, öldüren, dirilten Allah'a yemin ederim ki O'nun kapısından başkasına giden mutlaka zarar etti.Ondan başkasından ne zarar gelebilir, ne fayda.
Kul isyan eder, örter âliyyul âlâ." Rahip bu sözleri söyleyeni değil söyleteni arar ve doğruyu bulur. Çocuğun babasını da İslâm'a davet eder. Adamcağız itiraz etmez zira yıllar evvel Şeyh Ma'ruf'un ettiği dua kulaklarında çınlamaktadır.
Ma'ruf-i Kerhi Hazretleri ölümü yaklaştığında vefakâr talebesi Sırrıyî Sekati'ye döner ve:
- Ben ölünce üzerimdeki gömleği fakirlere ver, der. Biliyor musunuz zaten bütün serveti o gömlektir. Hasılı bu âlemden geldiği gibi gider. Mübarek kimseyi kırmaz ve herkese insanca muamele eder. Bu yüzden onu herkes sever. Komşuları cenazesini paylaşamazlar.
Hıristiyanlar ve Yahudiler de gelir onu kendi mezarlıklarına defnetmeye kalkışırlar. Ancak tabutu yerinden bile oynatamazlar, halbuki Müslümanlar el attığında naaş tüy gibi hafifler ve kuş gibi uçar. Orada bulunanlar topyekün müslüman olurlar.

OYUNCAK SATIN ALACAĞIM




OYUNCAK SATIN ALACAĞIM



Sırrî-yi Sekâtî anlatıyor:


Bir bayram günü hazreti Ma'rûf'u hurma toplarken gördüm ve;


- Bunları ne yapacaksın?diye sordum.


O da;


-Şu çocuğu ağlarken gördüm ve niçin ağladığını sordum. Bana yetim olup anne ve babasının olmadığını, arkadaşlarının yeni elbiseleri ve oyuncakları olup kendisinin olmadığını söyledi.


Şimdi bunları toplayıp satacağım, ağlamayıp oynaması için ona oyuncak satın alacağım, dedi. Bunun üzerine; -Bu işi bana bırak, deyip çocuğu alıp götürdüm. Yeni güzel elbiseler ve oynaması için bir oyuncak aldım. Çocuk o zaman memnun oldu.


Bundan sonra kalbime bir nur geldi, kalbim parladı ve hâlim bambaşka oldu."

26 Mart 2009 Perşembe

Onu Cennet ile müjdeleyin!





Onu Cennet ile müjdeleyin!



Osmân bin Maz'ûn (r.a.) hazretlerinin bir oğlu vefât etdi. Ondan dolayı üzüntüsü çok olup, mahzûn oldu. Evinde oturdu. Evinde bir mescid binâ etdi. Orada ibâdet ederdi.


Resûlullah (s.a.v.) hazretleri işitip, buyurdu ki:


-Onu benim yanıma getirin. Onu Cennet ile müjdeleyin! Sonra onu, Resûlullahın (s.a.v.) yanına götürdüler.


Resûlullah (s.a.v.) ona buyurdular ki:


- Bil, yâ Osmân ki, muhakkak Cehennemin yedi kapısı vardır. Ve Cennetin sekiz kapısı vardır. Cennet kapılarından her birine gitdiğinde, oğlunu orada görüp, Allahü teâlâdan sana şefâ'at eder hâlde olduğunu görmeğe râzı olmaz mısın!


Osmân bin Maz'ûn 'radıyallahü teâlâ anh':


- Yâ Resûlallah; râzı oldum, dedi. Süâl edildi ki, yâ Resûlallah!

- Bizim oğullarımız da böyle olur mu?


Buyurdular ki:


- Evet olur, kıyâmete kadar ümmetimden sabr eden ve sevâb istiyen herkese de böyledir!


İKİZLER





İKİZLER..


Anne rahmine düşen ikiz kardeşler önceleri her şeyden habersizmiş. Haftalar birbirini izledikçe onlar da gelişmişler. Elleri, ayakları, iç organları oluşmaya başlamış. Bu arada, etraflarında olup biteni fark etmeye başlamışlar. Bulundukları rahat, güvenli yeri tanıdıkça mutlulukları artmış.


Birbirlerine hep aynı şeyi söylüyorlarmış:

-Anne rahmine düşmemiz, burada yaşamamız ne harika değil mi? Hayat ne güzel şey be kardeşim!'


Büyüdükçe, içinde yaşadıkları dünyayı keşfe koyulmuşlar. Öyle ya, hayatın kaynağı neymiş? İşte bunu araştırırken, karşılarına anneleriyle onları birbirine bağlayan kordon çıkmış. Bu kordon sayesinde, hiçbir zahmet çekmeden, güven içinde beslenip büyütüldüklerini tesbit etmişler.


-Annemizin şefkati ne kadar büyük! Bize bu kordonla ihtiyacımız olan her şeyi gönderiyor. Artık aylar birbiri ardınca geçiyor, ikizler hızla büyüyor, diğer bir deyişle yolun sonuna yaklaşıyorlarmış. Bu değişiklikleri hayretle gözlemlerken, bir gün gelip bu güzelim dünyayı terk edeceklerinin işaretlerini almaya başlamışlar. Dokuzuncu aya yaklaştıklarında, bu işaretleri daha kuvvetli hissetmeye başlamışlar.


Durumdan telaşlanan ikizlerden birisi diğerine sordu:


-Neler oluyor? Bütün bunların anlamı nedir? Öteki daha sakin ve aklı başındaymış. Üstelik, bulundukları bu dünya çoğu zaman ona yetmiyor; duyguları daha geniş bir âlemi arzuluyormuş.


O cevap verdi:


-Bütün bunlar, bu dünyada daha fazla kalamayacağız anlamına geliyor. Buradaki hayatımızın sonuna yaklaşıyoruz.


-Ama ben gitmek istemiyorum, hep burada kalmak istiyorum; diye haykırdı kardeşi.


-Elimizden gelen bir şey yok. Hem, belki doğumdan sonra hayat vardır.


-Bize hayat veren kordon kesilirse nasıl hayatta kalabiliriz, söyler misin bana? Hem, bak bizden önce başkaları da buraya gelmiş ve sonra da gitmişler. Hiçbirisi geri gelmemiş ki bize doğumdan sonra hayat olduğunu söylesin. Hayır, bu her şeyin sonu olacak. Hem, belki de anne diye birşey de yok!


-Olmak zorunda diye itiraz etmiş kardeşi. Buraya başka türlü nasıl gelmiş olabiliriz, nasıl hayatta kalabiliriz ki?


-Sen hiç anneni gördün mü? diye üstelemiş öteki. O belki de sadece zihinlerimizde var. Bir annemiz olduğu düşüncesi bizi rahatlattığı için onu belki de biz uydurduk.Böylece, anne rahmindeki son günleri derin sorgulamalar ve tartışmalarla geçmiş. Sonunda doğum anı gelmiş çatmış. İkizler dünyalarını terk ettiklerinde gözlerini başka bir dünyaya açmışlar ve sevinçten ağlamaya başlamışlar. Çünkü gördükleri manzara hayallerinin bile ötesindeymiş.


Anthony de Mello

BÖYLE ÖRNEK OLUYORDU İNSANLIĞA!





BÖYLE ÖRNEK OLUYORDU İNSANLIĞA!



Onun ideali, insanlığa hizmetti, yoksa insanlığın kendisine hizmeti değildi. O sebepten eline geçeni yemek yedirir, içmez içirir, yönettiği insanların mutluluğuyla mutlu olurdu. Yine adeti üzere bir miktar imkan biriktirmiş, çevresine de münadiler göndermişti.


Sesleniyorlardı Medine sokaklarında münadiler:


- Resulullah mescidin önünde muhtaçları bekliyor. Miskin derecesinde ihtiyaç sahibi olanlar gelsin, hisselerine düşecek yardımı alsın, kimse mahrum kalmasın! Az sonra mescidin önüne muhtaçlar toplanmışlardı. Mutluydular. Çünkü kasıp kavuran ihtiyaçlarının hiç olmazsa bir kısmını karşılayacak imkana kavuşacaklardı.Nitekim düşündükleri gibi de oldu. Efendimiz gelenleri şöyle bir gözden geçirdikten sonra mevcudu da hesap ederek önünden geçenlere hisselerini veriyor, onlara tebessümle bakarak mutluluğunu da açıkça hissettiriyordu.

Mutluydu. Çünkü O'nun en büyük mutluluğu insana yardım, insana hizmetle meydana geliyordu. İşte o anda da insana hizmette bulunuyor, ihtiyaç sahiplerinin sıkıntılarını gideriyordu.


Nihayet elindeki mikan bitti, yardım isteyecek insan da bitti. Demek ki hesap iyi yapılmıştı. Ne var ki çok sürmedi, ötelerden kan ter içinde koşup gelen bir bedevi görüldü. Adama hem ufkuna bakıyor, hem de nefes nefese koşmaya devam ediyordu. Nihayet geldi, şöyle bir nefeslendikten sonra söylendi.


- Yardım dağıttığınızı söylediler onun için nefes nefese koştum; ama yine de yetişemedim! Zaten hep şanssızım ben. Çok üzgündü yoksul adam. Anlaşılan ihtiyacı da fazlaydı. Böyle bir fırsatı mutlaka değerlendirme niyetiyle koşmuştu; ama yine yetişememişti.


Sordular:


- İhtiyacın çok mu fazlaydı?Saymaya başladı yardım alabilseydi neler alacağını. Hepsi de zaruri ihtiyaçtı. Demekki adamın ihtiyacı şiddetliydi. Ama Rasulüllah'ın imkanı da bitmişti. Elinde avucunda olanı tümüyle vermiş, geriye tek dirhem bile kalmamıştı. Şimdi ne olacaktı?Efendimiz şefkatle baktı bedeviye.

Sonra da beklenmeyen teklifini yaptı yoksul adama:


- Üzülme ihtiyaçlarını yine alacaksın. Hem de hiçbirini bırakmaksızın!


- Nasıl? Diyerek heyecanlandı yoksul adam.


Efendimiz kelimelere basa basa konuştu:


- Şimdi buradan kalk, şehrin içine dal, ihtiyaçlarını nerede bulursan al ve aldığın satıcılara da de ki: - Mal bana ait, parasını ödemek de Resulullah'a! Allah'ın Resulü ödeyecektir. İstediğimi verin!Resulüllah (sas) böylece verecek parası olmayınca muhtaçların borcunu yükleniyor, bir fırsatını bulup da ödeyeceğini düşünerek insanına böyle yardımda bulunuyor, insana hizmeti böyle en öne alıyordu. Adam sevinçle çarşının yolunu tuttu. Zihninde neleri alacağının hesabını yaparak heyecanla gidiyordu.Olaya şahit olan Hazreti Ömer, fedekarlığın bu kadarına razı olamamış gibiydi.


Nihayet düşüncesini dile getirmekten kendini alamadı da dedi ki:


- Ya Resulullah! Sen gücünün yettiğiyle mükellefsin, yoktan da vermekle değil. Elinde olanı tümüyle dağıttın, geriye bir şey kalmadı. Neden başkalarının borçlarını da yükleniyor, onların ihtiyaçlarını da karşılamak zorunda bırakıyorsun kendini? Bu kadarı da fazla değil mi? Bu sözlerden hiç de memnun olmayan Resulullah'ın yüzündeki tebessümün kaybolduğu görüldü. Halbuki o ana kadar çok mutluydu, tebessümü hiç eksik etmemişti.


Bu defa da masum bir adam söze karıştı;


- Ya Resulullah sen Ömer'e bakma ver, Allah da sana verir, dedi. Bu söze memnun olan Resulullah'ın tebessümü tekrar yüzünde belirdi, 'fedekarlığa devam et' sözünden memnun olduğu anlaşılıyordu.



25 Mart 2009 Çarşamba

ALLAH KULUNU SEVERSE






ALLAH KULUNU SEVERSE


Yemen'de yetişen velîlerden Şeyh Hubeyşî hazretlerine, bir gün sordular:


- Efendim, Allahın bir kimseyi sevdiğinin alâmeti nedir?Buyurdu ki:


- Allahü teâlâ bir kulunu severse, ona iki şey nasîb eder.


Birincisi, sevdiği bir kulunu, mesela bir İslâm âlimini, bir evliyâ zâtı, bir Allah adamını tanıtır ona.


- Öbürü nedir efendim?


- Ona hayırlı bir iş nasîb eder.Ve îzah etti bunları:


- Yâni o kimse, o Allah adamından dînini doğru olarak öğrenir ve bu öğrendiklerini eşine dostuna ve sözünün geçtiği kimselere öğretir.


İnsanların dinlerine ve dünyalarına hizmet eder.


- Daha çok severse hocam?


- Daha çok severse, ona derd-ü belâ verir. Sıkıntı gönderir.


Dünyada en güzel şey Bir gün de;


- Dünyâda en güzel şey nedir? diye sordular bu zâta.


- Dünyâya düşkün olmamaktır, buyurdu.


- En kıymetli maden nedir?


- Altın.


- Peki altından kıymetli olan nedir?


- Onu, bir ihtiyacı olana vermektir.Müslüman kıymetlidir.


Bir gün de buyurdu ki:


- Müslüman, çok kıymetlidir. Dünyâya bedeldir o.


Müslümanın yüzüne bakmak ibâdettir.


- İbâdet mi? dediler.


- Evet, buyurdu. Müminin yüzüne sevgiyle bakana, cenâb-ı Hak "yüz umre sevabı" verir.


- Hikmeti ne hocam?


- Çünkü Müslüman, Allahın dostudur. Hâlis Müslümana, gökteki melekler bile imrenerek bakarlar.


Duam kabul olmuyor! Bir gün de sordu bir genç:


- Hocam, duâlarımın kabul olması için ne yapayım? Cevap olarak ağzını gösterdi mübarek.Genç bir şey anlamadı bundan.- Özür dilerim, anlamadım efendim. Buyurdu ki:


- Ağzına girene ve ağzından çıkana dikkat et evlâdım! Bütün iş bundadır.


- Nasıl yâni hocam?- Yânisi şu ki, haram yeme ve haram konuşma evlâdım. Ancak böyle bir ağızla yapılan duâları kabul eder Allahü teâlâ.?



"Günah işlemiş kimse, abdest alır, sonra iki rekât namaz kılar, sonra istiğfâr ederse, günahı affolur. Hadîs-i şerîf


ALİM İLE ZALİM





ALİM İLE ZALİM




Vakti zamanında bir zalim vardır. Adam dizi dizi haksızlıklar etmiş, nice zavalıları acımasız zulmüyle pençesi altında inim inim inletmiştir. Sayısız derecede yoksul ve düşkünlerin ocaklarını söndürmüş ve ettiği zulümleriyle ülkesinde adını azgın zalime çıkarmıştır.
İşte bu zalim, bir gün işi icabı etrafında saygı ve sevgiyle anılan Allah bağlısı bir alime ziyarete gider. Kapıyı çalıp içeri girdiğinde dünyadan el-etek çekmiş bulunan alim, kendisini görmesin diye yüzünü örter. Kapıyı açan oğlu zalimin zulmünden korktuğu için, "Kusura bakmayın" der. "Babam, çok hasta, ne yaptığını bilmiyor. Her halde farkında olmadan yüzünü örtmüş olacak. Yoksa sizin teşrif ettiğinizi bilseydi hiç yüzünü örter miydi? Babamın namına sizden özür dilerim.
" Bunları tek tek duyan Allah aşığı alim ortaya atılarak şöyle haykırır: "Oğlum, neden yalan söylüyorsun? Ben hasta masta değilim. Allah'a şükürler olsun hiçbir şeyim yok. Fakat böyle zulmüyle destanlar yazan kötü kişileri görmek istemem. O yüzden de gözlerimi örttüm. Lütfen zalim ayaklarınızla evimi kirletmeyiniz."
Bunun üzerin zalim adam bir anda kendine gelir. Ve evi terk ederken iki gözü iki çeşme ağlıyarak bütün samimiyetle yaptıklarına tövbe eder. Allah'tan af diler. Allah da hem zalimi, hem de alimi yaygın rahmetiyle affına mazhar eder. Alim evine gelen zalimin yüzüne bakmadığından ötürü, zalimi de yığın yığın haksızlıklarından pişmanlık duyduğu için bağışlar.
Yüce Allah (cc) cümlemizi gerek kendimize, gerek başkalarına karşı en ufak bir haksız harekette bulunmaktan korusun, amin!..

HZ.ÖMER(r.a) VE AĞLAYAN ÇOCUK




Hz.ÖMER(r.a) VE AĞLAYAN ÇOCUK

Hazret-i Ömer in Halifeliği (Devlet Başkanlığı) zamanıydı. Başkent Medine ye yabancı bir kervan geldi. Develerini yıkıp, konakladılar... Halife her zaman olduğu gibi, gece şehri dolaşmaya çıktı. 

Yolda, Eshâb dan (Sevgili Peygamberimizin arkadaşlarından) Hazret-i Abdurrahman a rastladı. Ona dedi ki: - Ey Avfın oğlu! Gel, seninle bu gece misafirimiz olan kervanı bekleyelim.Onlar rahat uyusunlar. Çünkü yorgundurlar.Canları ve malları herhangi bir zarara uğramasın!... 


Hazret-i Ömer bu teklifte bulununca, Hazret-i Abdurrahman da seve seve kabul etti. Birlikte kervanın etrafında göz-kulak olmaya başladılar.
O sırada yakındaki bir evden çocuk ağlaması işitildi.Çocuğun sesi kesilmediği için, Halife evin kapısına gitti. İçeride bulunanlara, Küçüğü susturmalarını rica etti. Sonra dönüp geldi. Gece boyunca, çocuğun sesi işitildikçe, birkaç kere daha evin kapısına gitti.Çocuğun ağlaması bir türlü dinmiyordu. Seher vakti olunca, Hazret-i Ömer son defa oraya gitti. Çocuğun annesine:


- Sen ne biçim anasın! Bütün gece evlâdını ağlattın. Belli ki, açtı! diye çıkıştı. Kadıncağız cevap verdi:

- Halimi anlamadan niçin beni azarlıyorsun? Hazret-i Ömer, kendini tanıtmadan sordu:

- Haline ne olmuş?

- Çocuğu sütten kesmiştim..

- Sütün yoksa başka şeyler yedirseydin.

- Evde onun yiyeceği birşey yok ki, biz çok fakiriz...

- Çocuğun kaç yaşında?

- Daha yaşını doldurmadı. İşte bu cevap üzerine Hazret-i Ömer öfkelendi.

- Peki niçin bu kadar küçük bir yavruyu sütten kestin? Kadıncağız içini çekti:

- Halifemiz Hazret-i Ömer e Cenâb ı Hak insaflar versin.Çocuklar sütten kesilmeyince, bizim gibi bir fakire nafaka vermez.Fakirlik maaşı bağlamaz. Onun için yavrumu erkenden sütten kestim.Bunun üzerine Halife ağlayarak mescide girdi. Gözyaşları yüzünden namazı zorla kıldırdı. Selâm verdikten sonra cemâate döndü. Gene ağlayarak:

- Sizin Ömer inize yazıklar olsun!.. Sizin Ömer inize yazıklar olsun!.. diyerek kendini suçladı.Sonra bütün Medine halkına, tellallar (haberciler) çıkarttı. Onlar da bildirdiler ki:

- Hangi Müslümanın oğlu veya kızı dünyaya gelirse, hemen Halifeye bildirsin.Beytülmal dan (hazineden) nafaka (maaş) verilecektir. Hiç kimse nafaka yüzünden evladını vaktinden önce sütten kesmesin!.. 

O günden sonra artık Medine de, açlık sebebiyle ağlayan çocuk sesi işitilmedi. Bu hadiseden epeyce zaman sonra Medine de kıtlık baş gösterdi. Hazret-i Ömer, hemen bir deve kestirdi ve Etini fakirkere dağıtın! diye emretti. Görevli, etlerin güzel bir parçasını da Hazret-i Ömer e ayırdı. Yemek zamanı olunca, iyice pişirip Halifenin önüne getirdi.Hazret-i Ömer hayretle sordu:

- Bu yemek neredendir?

- Efendim, kesilmesini emir buyurduğunuz deveden size düşen paydır... Hazret-i Peygamberin sevgilisi Koca Ömer in rengi değişti:

- Devenin iyi yerlerini kendisi yiyip, artanı fakirlere vermek çok kötü bir şeydir,dedi. Hemen bu yemeği kaldır ve çocuk sahibi, fakir bir aileye götür. Az sonra önüne gelen Kuru arpa ekmeği ile zeytinyağını Bismillahirrahmanirrahim diyerek afiyetle ve gönül rahatlığıyla yedi. İşte bu yüzden bütün âlimler fikir birliği etmişlerdir ki:

Hazret-i Ömerin adâleti, kendinden önce ve sonrakilerden daha büyüktür

YOKSUL İLE ZENGİN




YOKSUL İLE ZENGİN 


Resul-i Ekrem (s.a.v) her zamanki gibi meclisinde oturmuş ve dostları da etrafında halka şeklinde, onu bir yüzük taşı gibi ortaya almışlardı. Bu arada eski elbiseli fakir bir müslüman kapıdan içeriye girdi. İslami adetlere göre herkes her hangi mevkide olursa olsun bir oturuma girince nerede boş yer bulursa hemen oraya oturmalıdır. 'Benim canım şurasını istiyor' görüşüyle özel bir yere oturmak gerekmez. O adam etrafına bakındı ve boş bir yer buldu; gitti oraya oturdu. Tesadüfen ileri gelen zenginlerden birisinin yanına oturmuştu. Zengin adam elbisesini toplayarak ondan bir az uzaklaştı. Bu hareketleri izleyen Resul-i Ekrem ( s.a.v) ona dönerek:

- Fakirliğinden sana bir şey geçer diye mi korktun?

- Hayır ya Resulallah.

- Servetinden ona bir pay düşer diye mi korktun?

- Hayır ya Resulallah.

- Elbiselerin kirlenir diye mi korktun?

- Hayır ya Resulallah.

- O halde niçin yanından uzaklaşıp bir kenara çekildin?

- Yanlış bir iş yaptığımı ve hata ettiğimi itiraf ediyorum. Şimdi bu hatamın telafisi ve bu günahımın keffaresi olarak servetimin yarısını bu müslüman kardeşime vermeye hazırım dedi. Çünkü ona karşı yanlış bir hareket yaptım. Beni bağışlayın ya Resülallah.

- Eski giyimli adam: Fakat ben bunu kabul etmeye hazır değilim.

- Cemaat: Niçin?

- 'Çünkü bir gün beni de bir gururun sarmasından ve bir müslüman kardeşime, bu gün bu şahsın bana yaptığı gibi, aynı hareketi yapmaktan korkuyorum' der.

Var olan her şeyi Tanrı mı yarattı?




Var olan her şeyi Tanrı mı yarattı?




Bir üniversite profesörü öğrencilerine su soruyu sorar;


-Var olan her şeyi Tanrı mı yarattı?


Cesur bir öğrenci ayağa kalkar ve cevaplar.


-Evet, her şeyi Tanrı yarattı!


Profesör sorusunu yineler ve öğrenci yine evet efendim diye cevaplar.


Profesör devam eder;-Eğer her şeyi yaratan Tanrı ise ve şeytan var olduğuna göre şeytanı da Tanrı yaratmış olur ve çalışmalarımızda uyguladığımız kesinleştirme prensibine göre de Tanrı şeytandır.


Öğrenci böyle bir önerme karşısında şaşırır ve yerine oturur.


Profesör ise öğrencilerine bir kez daha Tanrı'nın içindeki kaderin bir efsane olduğunu kanıtlamaktan ötürü oldukça mutludur.


Bu arada bir öğrenci ayağa kalkar:


-Bir soru sorabilir miyim profesör? der. Profesörde sorabileceğini söyler.


Öğrenci ayağa kalkar ve soğuk var mıdır? diye sorar.


Profesör; Nasıl bir soru bu böyle, tabi ki vardır diye cevaplar. Sen hiç soğuktan üşümedin mi?


Öğrenci ; -Aslında, fizik yasalarına göre soğuk yoktur; yasamda/realitede biz soğuğu sıcaklığın yokluğu olarak düşünürüz. Herkes veya nesneler o enerji oradaysa veya bir şekilde enerji iletiyorsa onu deneyimler.

Örneğin, Absolute 0 (-460 derece F) sıcaklığın kesin yokluğudur (hiç olmadığı seviyedir). Tüm maddelerin bu seviyede reaksiyon verme özellikleri bozulur ve değişir. Soğuk yoktur, o yalnızca sıcaklığın yokluğunda duyumsadıklarımızı tarif etmek için yarattığımız bir kelimedirder ve devam eder,


- Profesör, karanlık var mıdır?


Profesör ;-Tabiî ki vardır.


Öğrenci cevaplar,-Korkarım gene yanılıyorsunuz efendim. Çünkü karanlık ta yoktur. Yasamda/realitede karanlık ışığın yokluğudur. Biz ışık üzerinde çalışabiliriz ama karanlığı çalışamayız. Gerçekte, biz Newton'un prizmasını kullanarak beyaz ışığı kırar ve renklerin çeşitli dalga uzunlukları üzerinde çalışabiliriz. Ama karanlığı ölçemeyiz. Bir basit ışık ışını karanlık bir mekânı aydınlatarak karanlığı kırmış olur yani karanlığı geçersiz kılar. Siz belli bir mekânın/uzayın ne kadar karanlık olduğundan nasıl emin olursunuz? Işığın miktarını ölçersiniz! Bu doğrudur değil mi?karanlık insanlık tarafından, ışığın olmadığı yer/mekân için kullanılan bir kelimedir.


Son olarak öğrenci profesöre gene sorar;-Efendim şeytan var mıdır?


Bu kez profesör pek emin olamamakla birlikte cevaplar;


-Tabiî ki, açıkladığım gibi, biz onu her gün, her yerde onu görürüz. Şeytan/kötülük bir kişinin başka bir kişiye her gün sergilediği insaniyetsizliğinin bir örneğidir. O, dünyadaki işlenmiş tüm suçlarda, şiddette yer alır. Bunların tümü şeytanın kendisinden başka bir şey de değildir. Der.


Öğrenci devam eder; -şeytan yoktur efendim. Yani o kendi başına yoktur.Şeytan basit olarak Tanrının yokluğudur. O aynen karanlık ve soğuk ta olduğu gibi insanin tanrının yokluğunu tarif etmek üzere yarattığı bir kelimeden ibarettir. Şeytan/kötülük insanin tanrısal sevgiyi yüreğinde duyumsamadığı zaman deneyimlediklerinin bir sonucudur. O aynen sıcaklığın olmadığı yere gelen soğuk ya da ışığın olmadığı yere gelen karanlık gibidir.


Profesör yerine oturur.


Genç öğrencinin adı Albert Einstein'dir.

SAHABENİN ÖLÜMLE İLGİLİ SÖZLERİ...




SAHABENİN ÖLÜMLE İLGİLİ SÖZLERİ...




Muaz b. Cebel (r.a.) öleceği zaman şöyle dedi;


"Ey Allah'ım! Senden korkuyordum, bugün ise ümit ediyorum.Ey Allah'ım! Bilirsin ki dünya için ve dünyadaki nehirleri akıtmak, ağaçları dikmek için uzun yaşamayı istemiyordum. Dünyada sıcak günlerde (oruç tutmak suretiyle) susamak için ve ibadet yapmak suretiyle zahmet çekmek, zikir halkalarında alimlerle diz dize oturmak için istiyordum.

Sekeratı şiddetlenince hiç kimsenin geçirmediği krizi geçirirdi. Her krizden ayrılırken gözünü açtıktan sonra 'Yârab! Beni boğdurduğunla boğdur (hükmüne razıyım). Sen izzetine yemin ederim! Kalbimin seni sevdiğini bilirsin'"


Hz. Selman öleceği zaman ağladı, 'Seni ağlatan nedir?' diye sorulunca 'dünya için ağlamıyorum. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v.) bize dünyadan azığımızın, yolculuğunun azığı gibi olmasını tavsiye etti. (Bunun için ağlıyorum)' dedi. Bilal-i Habeşi (r.a.) öleceği zaman hanımı "Vay üzüntüsüne!" dedi. O cevap olarak dedi ki: 'Hayır! Aksine vay onun sevincine! Yarın dostlarla Muhammed ve arkadaşlarıyla buluşacağım.'


Abdullah b. Mübarek öleceği anda gözünü açıp gülerek şöyle dedi: "Çalışanlar bunun için çalışsın!" (Saffat, 61)Fudayl b. İyaz öleceği zaman bayıldı. Ayıldıktan sonra gözlerini açınca 'Eyvah Seferinin uzaklığına, azığının azlığına!' dedi.


Ata b. Yesar şöyle demiştir: İblis ölüm anında bir kişiye göründü ve ona kurtuldun! dedi. Buna karşılık kişi "senden hâlâ emin değilim!" dedi. Seleften biri öleceği anda ağladı. Seni ağlatan nedir? diye sorulunca: "Allah'ın kitabındaki şu ayet beni ağlattı" dedi. "Allah sadece muttakilerden kabul eder!" (Maide, 27)


Seleften biri şöyle anlatıyor:Mumşad ed-Dineveri'nin yanında bulunuyordum. Bir fakir gelip dedi ki: "Selam size! Burada temiz bir yer var mıdır ki, orada insanın ölmesi mümkün olsun?" Ona bir yer gösterildi. Gösterilen yerde pınar bulunuyordu. O fakir abdestini tazeledi. Allah'ın dilediği kadar namaz kıldı. O yere gitti ayaklarını uzattı ve öldü. Ebu Süleyman Darani öleceği zaman arkadaşları geldiler ve dediler ki: "Sana müjde olsun! Sen gafur ve rahim olan bir rabbin huzuruna varıyorsun!"

Ebu Süleyman onlara "Neden? Sen küçük günahtan dolayı hesaba çeken büyük günahtan dolayı aza veren bir rabbin huzuruna varıyorsun demiyorsunuz" dedi.


Ebu Bekir el-Vasıti ölüme hazırlanırken kendisine 'Bize nasihat et!" denildi. Bunun üzerine Allah Teala'nın sizdeki murad-ı ilahisini gözetiniz! dedi.Seleften biri ölüme hazırlanırken hanımı ağladı. Bunun üzerine hanımına 'seni ağlatan nedir? dedi. Hanımı, 'senin için ağlıyorum!' deyince o zat: 'eğer illa ağlayacaksan kendin için ağla! Ben bugün için kırk sene ağladım!' dedi. Kalp yanmış gözyaşı çekilmiştir: Üzüntü derlenmiş sabır dağılmış heva şevk ve ızdırabın işledikleri suçtan ötürü kararsızın üzerinde karar tutmak nasıl olur?

BİN AYNALI EV




BİN AYNALI EV


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde...Develer tellal iken, pireler berber iken...Ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken...


Çok uzak ülkelerden birinde bin aynalı bir ev varmış.Küçük, mutlu bir köpekcik bu evin ününü duymuş ve onu görmeye karar vermiş.Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş ve bin aynalı evi bulmuş.


Merakla kulaklarını dikip, sevinçle kuyruğunu sallayarak evin açık kapısından içeri girmiş.Girmiş ki, ne görsün: Evin içinde bin tane köpekcik kulaklarını dikmiş ve ona sevinçle kuyruk sallamıyormuymuş!



Bu manzara küçük köpekciğin çok hoşuna gitmiş ve onlara genişçe gülümsemiş.O da ne? O bin köpekcik de ona geniş gülümsemelerle karşılık vermiş!Küçük köpekcik hava kararmadan yuvasına dönerken; "Burayı çok sevdim, artık sık sık ziyaret edeceğim" diye düşünüp mutlu olmuş.Oysa bu evin ününü sadece bizim küçük köpekcik duymamış.Bir başka köpekcik daha varmış.


Ama bu ikincisi, bizim birinci köpekcik gibi halinden hoşnut olan bir köpek değilmiş.O da az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş ve bin aynalı evi bulmuş.Yorgun argın ve her zamanki keyifsiz haliyle başını içeri uzatmış.Uzatmış ki ne görsün: Evin içinde bin tane tatsız tuzsuz, asık suratlı köpek gözlerini ona dikmiş, sinirli sinirli bakıyormuş.Bu manzara bu ikinci köpekciğin hiç mi hiç hoşuna gitmemiş ve onlara hırlamış. Hırlamış hırlamasına da, içerideki bin köpeğin de hep birden ona hırlayarak karşılık verdiğini görünce dehşete kapılmış.


Günü iyice berbat olmuş bir halde köyüne koşarken; "Ne korkunç bir yer burası? Bir daha semtine uğramam" diye düşünüp canı daha da sıkılmış.


Çevremizdeki her çehre bir aynadır. Siz o aynalara baktığınızda ne çeşit yansımalar görüyorsunuz?


Birbirimizi yermeyelim,yüceltelim..




Birbirimizi yermeyelim,yüceltelim..




Bir adam kötü yoldan para kazanıp bununla kendisine bir inek alır. Neden sonra, yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi bir şey yapmış olmak için bunu Hacı Bektaş Veli'nin dergâhına kurban olarak bağışlamak ister. O zamanlar dergâhlar aynı zamanda aşevi işlevi görüyordu. Durumu Hacı Bektaş Veli'ye anlatır ve Hacı Bektaş Veli:


- ' Helal değildir ' diye bu kurbanı geri çevirir.


Bunun üzerine adam Mevlevi dergâhına gider ve aynı durumu Mevlana'ya anlatır . Mevlana ise ; bu hediyeyi kabul eder. Adam aynı şeyi Hacı Bektaş Veli'ye de anlattığını ama onun bunu kabul etmemiş olduğunu söyler ve Mevlana'ya bunun sebebini sorar. Mevlana şöyle der:


- Biz bir karga isek Hacı Bektaş Veli bir şahin gibidir. Öyle her leşe konmaz. O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul etmeyebilir. Adam üşenmez kalkar Hacı Bektaş dergâhı'na gider ve Hacı Bektaş Veli'ye, Mevlana'nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip bunun sebebini bir de Hacı Bektaş Veli'ye sorar. Hacı Bektaş da söyle der:


- Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlana'nın gönlü okyanus gibidir. Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez. Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir."


***Böylesi tevazu ve incelikle, birbirlerini yermek yerine yüceltebilmeyi becerebilen insanlar olmamız dileğiyle..


“TESADÜF,İNANÇSIZLARIN KADERE TAKTIKLARI İSİMDİR"




“TESADÜF,İNANÇSIZLARIN KADERE TAKTIKLARI İSİMDİR"


Amerikan adil tıp derneğinin 1994’te San Diego’da tertiplenen ödül yemeğinde dernek başkanı Don Harper Mills,aktardığı acaib bir ölüm olayındaki adli komplikasyonlarla dinleyicilerini şaşkına çevirmişti.
Kaderin adaletine dair ince bir nükte taşıyan bu yaşanmış öykü,sanırız sizleride hayrete sevk edecektir.23 MART 1994 te Ronald Opus’un cesedini inceleyen adli tabip,onun kafasından yediği kurşunla öldüğü sonucuna vardı.

Ronald Opus,on katlı bir binanın tepesinden,bir binanın tepesinden,intihar niyetiyle aşağıya atlamıştı.(Umutsuzluğunu,geride bıraktığı bir notta açıklıyordu)Ancak,dokuzuncu katın önünden geçerken pencereden gelen bir kurşun başına isabet etmiş.Hayatı bu kurşunla sona ermişti.


Apartmanın sekizinci kat penceresi düzeyinde cam silicileri korumak için konulmuş bir ağ vardı;Ama bu ağın varlığını ne silahı çeken,ne de Ronald Opus biliyordu.Açıkçası,kurşun olmasaydı,Opus’un intihar girişimi başarılı olamayacak;zemine çakılmadan,sekizinci kattaki ağa takılıp kalacaktı. Bu durumu anlattıktan sonra,"Normal Olarak" diye devam etti.

Dr. Mills, "İntihar etmeye karar veren biri,mekanizma
tasarladığı gibi olmasada,bunu eninde sonunda başarır”Opus’un 9 kat aşağıda yere çakılmayıp da 9.kattan düşüyor olduğu anda başına gelen kurşunla vurulmuş olması,muhtemelen,onun ölüm modunu intihardan cinayete çevirmeyecekti. 

Fakat, Opus’un intihar girişiminin başarılı olmayışı, savcıyı elinde bir cinayet vakası olduğu düşüncesine itti.Silahın patladığı dokuzuncu kattaki odada yaşlı bir adam ve karısı yaşıyordu.Tartışıyorlardı ve adam kadını silahla tehdit ediyordu.Öyle sinirlenmişti ki,tetiği çekti;Fakat mermi kadını ıskalayarak pencereden dışarı yöneldi ve Opus’a isabet etti.


Bir insan öldürmeye teşebbüs eder.Fakat B şahsını öldürürse,O' B şahsını öldürmekten suçlu sayılmalı idi. Savcının ulaştığı sonuç buydu.Dolayısıyla 9.kattaki yaşlı adam, cinayetten suçluydu.
Bu suçlamaya karşı karşıya kaldığında,adam da,karısı da çok şaşırdılar.Çünkü,tetiği çekerken adam da,karısı da silahın dolu olmadığından kesinlikle emindiler.Yaşlı adam uzunca bir sureden beri boş silahlakarısını korkutmayı alışkanlık haline getirmişti. Bunu karısı da bilir.O yüzden adamın tehdidine pek aldırmazdı.Kısacası,adamın karısını öldürme kasdı yoktu;Silahın dolu olduğunu dahi bilmiyordu.
Böylece,Opus’un öldürülmesi bir kaza oluyordu;Silah kazara doldurulmuştu.Araştırmalara devam edilince, ölümcül kazadan yaklaşık 6 hafta önce yaşlı çiftin oğlunu silahı doldururken gören bir tanık ortaya çıktı.

Anlaşıldığına göre,yaşlı kadın oğlundan mâli desteğini çekmişti ve babasının annesini silahla korkutma temayülünü bilen oğul,annesini cezalandırma kasdıyla,babasının annesini vuracağını umarak,gizlice silahı doldurmuştu.Annesi ölecek,baba cinayetten suçlanacak,mallar oğula kalacaktı.


Artık olay yaşlı çiftin oğlunun Ronald Opus cinayetinden sorumlu olduğu noktasına gelmişti. Tam bu sırada savcının karşısına yeni bir viraj çıktı.Araştırmalara devam edilince,geçen 6 hafta içinde anneyle babasının silahla tehdide varan bir tartışma yaşamamaları,dolayısıyla annesinin ölümünü bir türlü başaramayışı nedeniyle,oğlun umutsuzluğunun arttığı anlaşıldı.

Bu, onu 23 Martta on katlı binanın tepesinden atlayarak intihar etmeye itmişti.Ancak, ölümü planladığı gibi olmamıştı;9.katın önünden geçerken babasının boş zannetiği silahı tetiklemesiyle annesine isabet etmeyip pencereye seken kurşunun kafasına isabet etmesi nedeniyle Ronald Opus’un hayatı sona ermişti.Dosya intihar olarak kapatıldı.

DÜŞÜNENLERE İBRET OLSUN!..

(ANDRE SUARES)