10 Haziran 2009 Çarşamba

YAPMAM GEREKEN DAHA ÇOK KÖPRÜ VAR





YAPMAM GEREKEN DAHA ÇOK KÖPRÜ VAR

İki kardeş yan yana bahçelerde birbirine tıpatıp benzeyen aynı özelliklere sahip iki ev yaparlar.Birbirlerini çok severler ve her işlerini birlikte yapmaya gayret ederler.

Evlerin arasından bir de küçük ırmak geçmektedir.Çoğunlukla çoluk çocuk iki aile bu ırmağın kıyısındaki ağacın altında toplanır hafta sonları piknik yaparlar ve tüm haftanın yorgunluğunu birlikte çıkarmaya çalışırlar…Bir gün, hani o günlerden bir gün…

Ne olduysa olmuş ve büyük kardeşle küçük kardeş incir çekirdeğini doldurmayacak bir mesele yüzünden tartışmışlar. Birbirlerine küsmüşler ve artık ırmağın kıyısındaki ağacın altında buluşmaz, hafta sonları da dahil olmak üzere günlerini birlikte geçirmez olmuşlar.
Irmağın üstüne birlikte yaptıkları köprüyü bir gece küçük kardeş büyük bir öfkeyle yıkıp yok etmiş ve artık aradaki mesafe böylece daha da büyümüş.

Bir hafta sonu büyük kardeş öfke, üzüntü ve sıkıntı ile pencereden ırmağın kenarındaki ağacı seyrederken kapısı çalmış.Açtığında karşısında elinde alet çantası ile bir ihtiyarın durduğunu görmüş.

-“Buyurun ne istemiştiniz?” diye sormuş.

İhtiyar “Efendim ben dülgerim. Yani anlayacağınız marangoz. Elimden her iş gelir. Eğer evinizde tamir edilecek, yapılacak bir yer varsa çok ucuz fiyata, hatta karın tokluğuna tamir edebilirim” demiş.

Genç adam biraz düşünmüş ve “Gel benimle” deyip ihtiyarı alıp evin arkasındaki depoya götürmüş. Depoda üst üste yığılmış keresteleri göstermiş. “Bak ihtiyar, bu keresteleri görüyorsun. Bu kerestelerle evin yan tarafındaki ırmağın kenarında, karşı evi kapatacak bir şekilde tahtadan bir perde yapmanı istiyorum. Yüksek olsun ki ben pencereden her baktığımda o evi görmeyeyim. Ben şimdi şehre iniyorum. Akşama gelince seninle hesabımızı görürüz.” demiş ve adam şehre inmiş. İhtiyar da çalışmaya başlamış…

Nihayet akşam geç vakit evin sahibi dönmüş şehirden.İhtiyar ne yaptı diye düşünerek evin ırmağa bakan tarafına doğru yürümüş.Birde ne görsün. Irmağın üstünde eskisinden çok daha güzel ve alımlı bir köprü.
Köprünün bir ucunda işini bitirmiş takımlarını toplayan ihtiyar, diğer tarafında ise gözyaşları içinde küçük kardeşi durmuyor mu…

Küçük kardeş ağabeyini görünce hıçkırıklar içinde kollarını açıp koşmaya ve“Özür diliyorum abi, senden çok özür diliyorum. İnat ettim ve hakkım olmadığı halde bizi birbirimize bağlayan köprüyü yıkıp yok ettim ama sen her zaman olduğu gibi büyüklüğünü gösterdin ve yine bu köprüyü yaptırdın beni affedebilecek misin” diyerek boynuna sarılmış. Ağabey olanlardan habersiz, şaşkın ama durumdan ziyadesi ile mutlu kardeşini kucaklamış…


Az sonra olayın tüm detaylarını düşününce gerçeği görüvermiş. Hemen telaşla ihtiyar dülgere dönmüş ve adeta yalvarırcasına;
-“Ey ihtiyar.. Sen erdemli ve olgun bir bilgesin. Lütfen burada kal. Ömrünün sonuna kadar misafirimiz ol ve bizimle birlikte yaşa, bilgin ve erdeminle bizim de yüreğimizi aydınlat” diye içten bir teklifte bulunmuş.
Ancak ihtiyar dülger zamanın kırıştırdığı yüzünde beliren tatlı bir tebessümle“İsterdim evlat ama yapmam gereken daha çok köprü var”deyip ağır adımlarla yürüyüp kaybolmuş…


İNSANLIK NEYE MUHTAÇ ACABA ?

KÖPRÜLER YIKMAYAMI? KÖPRÜLER YAPMAYA MI?

BİR PROFÖSÖRÜN İLK NAMAZI



BİR PROFÖSÖRÜN İLK NAMAZI 


Amerika’nın muhtelif üniversitelerinde görev yapan matematik Prof. Jeffrey Lang İslam’a giriş hikayesini yazmış olduğu “Melekler Soruncaya Kadar” isimli eserinde derin felsefi düşüncelerle, ruhani duygular arasında ilk namazını şöyle dile getiriyor:


"Müslüman olduğum gün cami imamı, bana namazın kılınışını açıklayan bir kitap verdi. Ancak Müslüman talebelerin buna endişelendiklerini gördüm, bana:

— Acele etme, rahat ol, zamanla yavaş yavaş yaparsın, dediler.
Ben de kendi kendime, namaz bu kadar zor mu, dedim ve talebeleri duymamazlıktan gelerek, hemen vaktinde beş vakit namaz kılmaya karar verdim. O gece, loş ve küçük odama çekilerek kitaptan abdest ve namaz hareketleri egzersizlerini yaptım, namazda okunacak bazı surelerin Arapça okunuşlarıyla İngilizce anlamlarını ezberlemeye çalıştım.


İlk namaz denemesi için kendime güven gelince yatsı namazını kılmaya karar verdim. Vakit gece yarısıydı, kitabı alıp banyoya girdim, kitabı açarak, mutfaktaki ilk yemek denemesi yapan aşçı gibi kitaptaki talimatları dikkat ve incelikle bir bir uyguladım.

Abdest bitince odanın ortasında durup, kapı ve pencerelerin kilitli ve kapalı olmasından emin olduktan sonra kıble olarak bildiğim tarafa yöneldim, derin bir nefes aldım ve elimi kaldırarak alçak bir sesle Allahu Ekber dedim.

Kimsenin beni işitmemesini ve görmemesini umuyordum, yavaş yavaş Fatiha suresi ile kısa bir sureyi Arapça olarak okudum. İkinci bir tekbir alarak Rükua gittim, rükuda biraz tedirginlik hissettim, çünkü hayatımda hiç kimseye eğilmemiştim. Odada yalnız olduğumu hatırlayınca sevindim. Sübhane Rabbiyel Azim dediğimde kalbimin hızla çarptığını hissettim.

Tekrar tekbir getirerek doğruldum ve artık secdeye varma zamanı gelmişti. Secdeye varmak üzere ellerimi ve dizlerimi yere koyunca donakaldım, secdeye gidemiyordum, efendisinin önünde başını yere koyan köle gibi yüzümü, burnumu yere koyup kendimi zillet sandığım bir duruma düşüremiyordum, üstelik bacaklarım da katlanamıyordu, utandım gülünç duruma düştüm zannettim. Bu durumda beni gören, arkadaş ve tanıdıklarımın önünde acınacak ve alay edilecek halimi düşündüm, arkadaşlarımın kahkahalarını duyar gibi oluyordum.
Bir müddet tereddüt ettikten sonra derin bir nefes aldım, başımı seccadeye koydum, dikkatimi dağıtacak düşüncelere yer vermeden ikinci secdeye de vardım. Bu esnada kendi kendime “Daha önümde üç tur daha var” diye düşündüm ve kararlıydım: Neye mal olursa olsun bu namazı tamamlayacağım. Son secdede tam bir sükûnet hissettim. Nihayet teşehhütten sonra selam verdim.


Selamdan sonra bulunduğum yerde olduğum gibi kaldım, geriye dönüp nefsimle giriştiğim savaşı aklımdan geçirdim, bir savaştan çıktığımı hissettim, sonra başımı önüme eğerek mahcup bir şekilde

— Allah’ım geri zekalılığımdan ve tekebbürümden dolayı beni bağışla, uzak bir yerden geldim ve daha önümde kat edilecek uzun bir yol var, diye dua ettim.

Bu esnada daha önce hiç yaşamadığım bir şeyi hissettim. Bunu kelimelerle ifade etmek mümkün değil. Vücudumu, kalbimin bir noktasından çıktığını hissettiğim ve anlatmaktan aciz kaldığım bir dalga kapladı, soğuk gibiydi, ilk etapta irkildim, vücuduma olan etkisinden ziyade garip bir şekilde duygularımı etkiledi ve görünür bir rahmetin varlığını hissettim. Bu rahmet sonra içime nüfuz ederek içimde kaynamaya başladı.

Sonra sebebini bilmeden ağlamaya başladım, ağlamam artıp gözyaşlarım aktıkça, rahmet ve lütuftan harika bir gücün beni kucakladığını hissettim. Günahkâr olmama rağmen, günahlarımdan veya utanç ve sevinçten dolayı ağlamıyordum. Sanki büyük bir set açılmış ve içimdeki korku ve keder sel olup gidiyor. Bu satırları yazarken kendi kendime diyordum:

— Allah’ın rahmet ve mağfireti, sadece günahları affetmiyor, o aynı zamanda bir şifa ve bir sekinedir.

Uzun bir süre başım eğik bir şekilde öylece diz üstü kaldım. Ağlamam durunca, yaşadığım deneyi akıl ile izah etmenin mümkün olmadığını anladım. Bu esnada idrak ettiğim en önemli husus ise, benim Allah’a ve namaza şiddetle muhtaç olduğum gerçeği oldu. Yerimden kalkmadan önce de şu duayı yaptım:


— Allah’ım bir daha küfre girmeye cüret edersem beni, o küfre girmeden önce öldür ve bu hayattan kurtar, hata ve eksiksiz yaşamanın çok zor olduğunu biliyorum, ancak şunu yakînen biliyorum ki, bir tek gün dahi olsa Sensiz yaşamak, Senin varlığını inkâr etmem mümkün değildir.

(Risalehaber, 2009)

HALİL İBRAHİM BEREKETİ






HALİL İBRAHİM BEREKETİ





Vaktiyle birbirini çok seven iki kardeş varmış.

Büyüğü Halil.
Küçüğü ise İbrahim...

Halil, evli çocuklu.
İbrahim ise bekârmış...

Ortak bir tarlaları varmış iki kardeşin...

Ne mahsul çıkarsa, iki pay ederlermiş.

Bununla geçinip giderlermiş...

Bir yıl, yine harman yapmışlar buğdayı.


İkiye ayırmışlar.
İş kalmış taşımaya.

Halil, bir teklif yapmış :
İbrahim kardeşim; Ben gidip çuvalları getireyim. Sen buğdayı bekle.

Peki, abi demiş İbrahim...

Ve Halil gitmiş çuval getirmeye... .

O gidince, düşünmüş İbrahim:

Abim evli, çocuklu. Daha çok buğday lazım onun evine

Böyle demiş ve Kendi payından bir miktar atmış onunkine...

Az sonra Halil çıkagelmiş.

Haydi İbrahim. De miş, önce sen doldur da taşı ambara.

Peki abi.
İbrahim, kendi yığınından bir çuval doldurup düşer yola.

O gidince, Halil düşünür bu defa:

Der ki:

Çok şükür, ben evliyim, kurulu bir düzenim de var.

Ama kardeşim bekâr.

O daha çalışıp, para biriktirecek. Ev kurup evlenecek.

Böyle düşünerek,


Kendi payından atar onunkine birkaç kürek.

Velhasıl, biri gittiğinde, öbürü, kendi payından atar onunkine.

Bu, böyle sürüp gider.

Ama birbirlerinden habersizdirler.

Nihayet akşam olur.

Karanlık basar.

Görürler ki, bitmiyor buğdaylar.

Hatta azalmıyor bile.


Hak teala bu hali çok beğenir.

Buğdaylarına bir bereket verir, bir bereket verir ki...

Günlerce taşır iki kardeş, bitiremezler.
Şaşarlar bu işe...

Aksine çoğalır buğdayları.

Dolar taşar ambarları.


Bugün 'Bereket' denilince, bu karde
ş ler akla gelir.

Bu bereketin adı: halil ibrahim bereketidir.