13 Aralık 2018 Perşembe

11 Aralık 2018 Salı

GÜL PEYGAMBERİN(s.a.v) ÇOCUK SEVGİSİ


GÜL PEYGAMBERİN(s.a.v) ÇOCUK SEVGİSİ

YETİM ÇOCUKLARA KOL-KANAT GERİYORDU 

Bir Bayram günü peygamber Efendimiz(s.a.v) oynamakta olan bir gurup çocuğun yanına uğradı.

Orada arkadaşlarının oyununa katılmayan bir çocuk gördü.Üzüntülü olduğu halinden
belliydi.Peygamberimiz,ona yaklaşıp halini sordu.

Çocuk,yetim olduğunu,babasının ölümünden sonra
anasının başkasıyla evlendiğini,kendisine bakacak
kimsenin olmadığını,işte bu sebeple üzüntülü olduğunu bildirdi.

Peygamberimiz,onun üzüntüsünü hafifletmek istedi ve; "İster misin,Muhammet senin baban olsun,Ayşe anan ve Fatma da kardeşin olsun?" buyurdu.

Çocuk buna çok sevindi ve babaların en yücesi,anaların en faziletlisi ve kardeşlerin en hayırlısı ile yaşamaya gitti.

En sevgiliye Yüz'lerce salat ve Güllerce selam,olsun...!!!

KELEBEĞİN SIRRI



KELEBEĞİN SIRRI

Bir gün, kırlarda gezintiye çıkan bir adam, kenara oturduğu otlardan birinin dalında, küçük bir kozanın varlığını fark etti. Koza ha açıldı ha açılacak gibiydi.

Adam , bunun bir kelebek kozası olduğunu tahmin ediyordu. Böyle bir fırsat bir daha ele geçmez diye düşündü; ve bir kelebeğin dünya yüzü gördüğü ilk dakikalara şahit olmak istedi.

Dakikalar dakikaları kovaladı , saatler geçmeye başladı , ama henüz kelebeğin küçük bedeni o delikten çıkmadı. Sanki , kelebeğin dışarı çıkmak için çaba harcamaktan vazgeçmiş olabileceğini düşündü.

Sanki kelebek elinden gelen her şeyi yapmış da , artık yapabileceği bir şey kalmamış gibi geldi ona. Bu yüzden , kelebeğe yardımcı olmaya karar verdi: cebindeki küçük çakıyı çıkarıp kozadaki deliği bir cerrah titizliğiyle büyütmeye başladı.

Böylece , bir-iki dakika içinde kelebek kolayca dışarı çıkıverdi. Fakat bedeni kuru ve küçücük , kanatları buruş buruştu. Adam kelebeği izlemeye devam etti; çünkü kanatlarının her an açılıp genişleyeceğini ve narin bedenini taşıyacak kadar güçleneceğini umuyordu.

Ama bunlardan hiçbiri olmadı. Kelebek , hayatinin geri kalanını , kurumuş bir beden ve buruşmuş kanatlarla yerde sürünerek geçirdi. Ne kadar denese de , asla uçamadı. 

Adamın bütün iyi niyetine ve yardımseverliğine rağmen anlayamadığı şey , kozanın kısıtlayıcılığının ve buna karşılık kelebeğin daracık bir delikten dışarı çıkmak için gereken çabanın , Allah'ın kelebeğin bedenindeki sıvıyı onun kanatlarına göndermek ve bu sayede kozanın kısıtlayıcılığından kurtulduğu anda onun uçmasını sağlamak için seçtiği bir yol olduğuydu.

Bu gerçeği öğrendiğinde , hayat boyu unutamayacagı bir şey de öğrenmişti:

Bazen , hayatta tam olarak ihtiyaç duyduğumuz şey , çabalardır. Eğer Allah , hayatta herhangi bir çaba olmadan ilerlememize izin verseydi , o zaman , bir anlamda eksik kalırdık . Olabilecegimiz kadar güçlenemezdik o zaman . Ve asla uçamazdık..

10 Aralık 2018 Pazartesi

RAHİP,SİHİRBAZ VE ÇOCUK




RAHİP,SİHİRBAZ VE ÇOCUK

Hz. Süheyb radıyallıahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: "Sizden öncekiler arasında bir kral vardı. Onun bir de sihirbazı vardı. Sihirbaz yaşlanınca Kral'a: "Ben artık yaşlandım. Bana bir oğlan çocuğu gönder de sihir yapmayı öğreteyim!" dedi. Kral da öğretmesi için ona bir oğlan gönderdi. Oğlanın geçtiği yolda bir rahip yaşıyordu. (Bir gün giderken) rahibe uğrayıp onu dinledi, konuşması hoşuna gitti.

Artık sihirbaza gittikçe, rahibe uğruyor, yanında (bir müddet) oturup onu dinliyordu. (Bir gün) delikanlıyı sihirbaz, yanına gelince dövdü. Oğlan da durumu Rahibe şikayet etti. Rahip ona: "Eğer sihirbazdan (dövecek diye) korkarsan: "Ailem beni oyaladı!" de; ailenden korkacak olursan, "beni sihirbaz oyaladı" de!" diye tenbihte bulundu. O bu halde (devam eder) iken, insanlara mani olmuş bulunan büyük bir canavara rastladı. (Kendi kendine:) "Bugün bileceğim; sihirbaz mı efdal, rahip mi efdal!" diye mırıldandı. Bir taş aldı ve:

"Allahım! Eğer rahibin işi, sana sihirbazın işinden daha sevimli ise, şu hayvanı öldür de insanlar geçsinler!" deyip, taşı fırlattı ve hayvanı öldürdü. İnsanlar yollarına devam ettiler. Delikanlı rahibe gelip durumu anlattı.

Rahib ona:

"Evet! Bugün sen benden efdalsin (üstünsün)! Görüyorum ki, yüce bir mertdebedesin. Sen imtihan geçireceksin. İmtihana maruz kalınca sakın benden haber verme!" dedi. Oğlan anadan doğma körleri ve alaca hastalığına yakalananları tedavi eder, insanları başkaca hastalıklardan da kurtarırdı. Onu kralın gözleri kör olan arkadaşı işitti. Birçok hediyeler alarak yanına geldi ve: "Eğer beni tedavi edersen, şunların hepsi senindir" dedi. O da: "Ben kimseyi tedavi etmem, tedavi eden Allah'tır. Eğer Allah'a iman edersen, sana şifa vermesi için dua edeceğim. O da şifa verecek!" dedi.

Adam derhal iman etti, Allah da ona şifa verdi.

Adam bundan sonra kralın yanına geldi. Eskiden olduğu gibi yine yanına oturdu. Kral: "Gözünü-sana kim iade etti?" diye sordu. "Rabbim!" dedi. Kral: "Senin benden başka bir Rabbin mi var?" dedi. Adam: "Benim de senin de Rabbimiz Allah'tır!" cevabını verdi. Kral onu yakalatıp işkence ettirdi. O kadar ki, (gözünü tedavi eden ve Allah'a iman etmesini sağlayan) oğlanın yerini de gösterdi. Oğlan da oraya getirildi. Kral ona: "Eyoğul! Senin sihrin körlerin gözünü açacak, alaca hastalığını tedavi edecek bir dereceye ulaşmış, neler neler yapıyormuşsun!" dedi.

Oğlan:

"Ben kimseyi tedavi etmiyorum, şifayı-veren Allah'tır!" dedi.- kral onu da tevkif ettirip işkence etmeye başladı. O kadar ki, o da rahibin yerini haber verdi. Bunun üzerine rahip getirildi. Ona: "Dininden dön!" denildi. O bunda direndi. Hemen bir testere getirildi. Başının ortasına konuldu. Ortadan ikiye bölündü ve iki parçası yere düştü. Sonra oğlan getirildi. Ona da: "Dininden dön!" denildi. O da imtina etti. Kral onu da adamlarından bazılarına teslim etti. "Onu falan dağa götürün, tepesine kadar çıkarın. Zirveye ulaştığınız zaman (tekrar dininden dönmesini talep edin); dönerse ne ala, aksi takdirde dağdan aşağı atın!" dedi. Gittiler onu dağa çıkardılar. Oğlan:

"Allah'ım, bunlara karşı, dilediğin şekilde bana kifayet et!" dedi. Bunun üzerine dağ onları salladı ve hepsi de düştüler. Oğlan yürüyerek kralın yanına geldi. Kral: "Arkadaşlarıma ne oldu?" dedi. "Allah, onlara karşı bana kifayet etti" cevabını verdi. Kralonu adamlarından bazılarına teslim etti ve: "Bunu bir- gemiye götürün. denizin ortasına kadar gidin. Dininden dönerse ne ala, değilse onu denize atın!" dedi. Söylendiği şekilde adamları onu götürdü. Oğlan orada: "Allah'ım, dilediğin şekilde bunlara karşı bana kifayet et!" diye dua etti. Derhal gemileri alabora olarak boğuldular. Çocuk yine yürüyerek hükümdare geldi. Kral: "Arkadaşlarıma ne oldu?" diye sordu.



Oğlan: "Allah onlara karşı bana kifayet etti" dedi. Sonra Kral'a:

"benim emrettiğimi yapmadıkça sen beni öldüremeyeceksin!" dedi. Kral: "O nedir?" diye sordu. Oğlan:

"İnsanları geniş bir düzlükte toplarsın, beni bir kütüğe asarsın, sadağımdan bir ok alırsın. Sonra oku, yayın ortasına yerleştir ve: "Oğlanın Rabbinin adıyla" dersin. Sonra oku bana atarsın. İşte eğer bunu yaparsan beni öldürürsün!" dedi. Hükümdar, hemen halkı bir düzlükte topladı. Oğlanı bir kütüğe astı. Sadağından bir ok aldı. Oku yayının ortasına yerleştirdi. Sonra: "Oğlanın Rabbinin adıyla!" dedi ve oku fırlattı. Ok çocuğun şakağına isabet etti. Çocuk elini şakağına okun isabet ettiği yere koydu ve Allah'ın rahmetine kavuşup öldü. Halk:

"Oğlanın Rabbine iman ettik!" dediler. Halk bu sözü üç kere tekrar etti. Sonra krala gelindi ve:

"Ne emredersiniz? Valiahi korktuğunuz başınıza geldi. Halk oğlannın Rabbine iman etti!" denildi. Kral hemen yolların başlarına hendekler kazılmasını emretti. Derhal hendekler kazıldı. İçlerinde ateşler yakıldı.

Kral:"Kim dininden dönmezse hendeklere atın!" diye emir verdi.

İstenen derhal yerine getirildi. Bir ara, beraberinde emzikte çocuğu olan bir kadın getirildi. Kadın oraya düşmekten çekinmişti,

Çocuğu:"Anneciğim sabret. zira sen hak üzeresin!" dedi.

HAKKI HAK BİLİP HAKKIYLA YAŞAYALIM YAŞATALIM

NERDE NASIL OLMASI ÖNEMLİ DEĞİL BİRLİK DİRLİKTİR,,

16 Kasım 2018 Cuma

PAPAZ VE İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ


PAPAZ VE İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

Ruslarla yapılan bir savaşta Ahmet isminde Hasankale’li bir delikanlı Rus’lara esir düşer. Diğer esirlerle birlikte Ruslar tarafından Rusya’da bir şehre götürülen Ahmet, bir papazın yanına hizmetkar olarak verilir. Üçüncü yılın sonunda bir kurban bayramı arefesinde, orada bulunan Müslüman Türk’ler esirleri yemeğe davet ederler. Yemekten sonra papazın yanına dönen Ahmet derin düşüncelere dalar. Memleketini ve sevdiklerini düşünüp kederlenen Ahmet’in durumu papazın dikkatini çeker. (1)



Papaz, Ahmet’e şöyle der: ‘’İstersen seni evine göndereyim.’’ Ahmet, hem sevinmiş hem de şaşırmış. Acaba beni evime nasıl gönderecek diye düşünürken; papaz, Ahmet’i evine götürmüş. Ahmet’in şimdiye kadar hiç bilmediği bir bölüme girmişler. Bu odada, Kuran-ı Kerim ve seccadeleri gören Ahmet, papazın müslüman olduğunu anlamış. Papaz, Ahmet’e: ‘’Sen Hasankale’li İbrahim Hakkı Hazretlerini tanıyormusun?’’ diye sorup Ahmet’ten evet cevabını alınca üç altın verip: ‘’Bu üç altını İbrahim Hakkı Hazretlerine benim hediyem olarak götüreceksin. Sen memlekete vardığın zaman o vaaz ediyor olacak. Gider, kürsünün yanına oturursun. O, -kalk gidelim- demedikçe sakın yerinden kalkma,’’ Diyerek iki altın da kendisine harçlık verir.



Papaz; Ahmet, kapa gözlerini der. Aç gözünü deyince, Ahmet kendini Hasankale’de mescidde kürsünün yanında bulur. (2) Vaaz ve namazın akabinde, İbrahim Hakkı Hazretleri, Ahmet’ten üç altını ister ve beraber kalenin burçlarına çıkarlar. Bir bulut yanlarında durur ve üzerindeki tabutu alırlar. Tabutu açtıklarında mevtanın papaz olduğu anlaşılır. İbrahim Hakkı Hazretleri, Ahmet’e :’’Bu bizim Nazlı Baba’dır.’’ diyerek cenazeyi yıkayıp namazını kıldırıp defneder. 



DİPNOTLAR:

1- Muammer Çelik (Erzurum kitabı) 

2- Bir insan Allah’ı aşırı zikredip nefsani arzulardan da soyutlanırsa, vücudu elktro-magnetizma ile kaplanır ki bu da bir tayy-ı mekan (tele-portation) sebebidir. Abdurrahman Gazi, Alvar’lı Efe Hazretleri ve daha birçok büyük zatların türbelerinde dahi esrarlı bir hava vardır. Erzurum’daki türbe yakınlarında araçların durduk yerde hareket etmesinin sebebi, bu elektro-magnetik dalgalar olabilir.

a)İbrahim Hakkı Hazretlerinin, ‘Gökyüzünü, Tillo’nun sokaklarından iyi bilirim.’ demesi tayy-ı mekan ve astral yolculuk yapmasına örnektir.

b)Piri Reis’in haritasının uydu resimleri ile aynı olması, astral yolculuk ve dikey havalanmaya örnektir.

c) Alvar’lı Efe Hazretlerinin keramet göstermesi, tayy-ı mekanda bulunması, zaman gezmenliği ve daha birçok paranormal fenomenler gösterdiği herkesin malumudur.

d)Muhiddin Arabi Hazretlerinin Levh-i Mahfuz’u okuyabildiği, gayb alemine vakıf olduğu; Nostradamus’un da bundan etkilendiği söylenir.

e)Kur’an- ı Kerim’de:’’Tarafımızdan ilim verilen’’ diye bahsedilen Hızır Aleyhisselam’ın zaman gezmeni olduğu ve birtakım olaylara müdahale ettiği bir gerçektir. (Gemiyi delmesi, çocuğu öldürmesi, duvarı yapması ve sonunda da Hz. Musa’ya –çok soru soruyorsun, artık yollarımız ayrılsın- dediği örnek gösterilebilir.)

f)Hz. Süleyman: ‘’Bana Belkıs’ın tahtını kim getirecek’’ dediğinde cinlerden bir ifrit: ‘’Sen yerinden kalkmadan önce sana onu getiririm buna karşı güvenilir bir güce sahibim’’ dedi. (Neml-39) Hızır veya Asaf B. Berhiya ise Hz.Süleyman’a şöyle der:

‘’Ben Belkıs’ın tahtını gözünü açıp kapamadan getirebilirim.’’

(Taht ile konuşulan yer arası yaklaşık iki ay olup, ifrit ile Hızır arasındaki zaman farkı görülebilir.) 

g) Amerika’da Müslüman bilim adamı Jessup tarafından 1943 yılında yapılan Philadelphia deneyinde bir gemi tayfalarıyla beraber saniyeler içerisinde binlerce mil öteye ışınlandı. Bu deneyden sonra tayfalardan bir kısmı öldü bir kısmı ise görünmezlik kazandı. Bu da tayy-ı mekanın (tele-portation) mekanik boyutudur. Daha sonra Jessup arabasında ölü bulunur.

e)Peygamber mucizesi ilmin varacağı en son noktadır.

MURAT ÇANKAYA

http://www.gazetepasinler.com/haber-5019-papaz_ve_ibrahim_hakki_hazretleri.html

YAVUZ SULTAN SELİM'İN SİNA ÇÖLÜNÜ GEÇİŞİ


YAVUZ SULTAN SELİM'İN SİNA ÇÖLÜNÜ GEÇİŞİ

Yavuz Sultan Selim'in Sina Çölünü Geçişi Ve GELEN YARDIM

Mercidabık savaşı (1516) kazanılmış sıra Mısır‘ın fethine gelmiştir. Osmanlı ordusu Mısır‘a doğru hareket etmiş ve karşılarına Mısır‘a ulaşmaları için doğal bir engel olan Sina çölü çıkmıştır. Osmanlı askerleri 1,5 senedir seferde bulundukları için yorgun düşmüşler ve vezirlerden bazılarıda bu çölüngeçmenin imkansız olabiliceğini geçilse bile çok asker kaybı olacağını düşündükleri için pek istekli olmamamışlardı. 

Bunu hisseden Yavuz ordusuna hitaben bir konuşma yaptıktan sonra atı Karaduman‘ı Sina Çölüne sürmüş ver arkasından Osmalı ordusuda çöle doğru yürüyüşe geçmiştir. Çölde yürüyüş çok çetin olmuş su idareli kullanılmış teyemmüm ile abdest alınmıştı. Çölü geçiş sırasında bir ara Yavuz Sultan Selim atından inerek yürümeye başlayınca doğal olarak padişahın yürüdüğü bir sırada kimsenin altı srıtında olamayacağından bütün orduda at sırtında olanlar vezirler, beyler beyiler ve sipahiler atlarından inerek yürümeye başladılar. 

Son derece cevval ve heybetli Yavuz Sultan Selim derin bir huşu içerisinde önüne bakarak yürüyordu, vezirler ve askerler bu durumu merak etmişlerdi acaba sultan neden yürüyordu? Hemen vezirler padişahın nedimesi, sohbet arkadaşı ve sırdaşı olan Hasan Can‘a müracaat ederek durumu öğrenmesini istediler Hasan Can padişahın padişahın yanına yaklaşarak;

- Hayırdır inşaallah Sultanım bütün ordu merak eyler; Devletlü padişahımız, aceb niçin yaya yürürler?diye telaş ederler,dedi.

Yavuz Sultan Selim büyük bir maneviyat ve huşu içerisinde Hasan Can‘a dönerek;

-”İki cihan sultanı Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem önümüzde yaya yürürlerken biz nasıl at üzerinde olabiliriz Hasan Can?…

Bir müddet bu şekilde giden Selim Han, tekrar atına binmesiyle geri kalanlarda atlarına binerek yollarına devam ettiler.

Ve geçilmez denilen Sina Çölü 13 gün gibi kısa bir sürede geçilmiş, yaklaşık 100 yıldır yağmur yağmayan çöle ordunun geçiş sırasında yağmur yağmıştır...


(ALLAH (C.C.) ADINA ATILAN HER ADIMIN ARKASINDA ALLAH'IN YARDIMI VE EFENDİMİZ(S.A.V.) VARDIR. HAMD VE ÖVGÜ ALLAH'A DIR.)

YAZIK OLDU SALABE'YE


YAZIK OLDU SALABE'YE

Medine halkından Salebe, cami kuşu denecek kadar sofu bir insandı. Ne var ki, bir ara nefsinin ve şeytanın verdiği telkine uyarak ne pahasına olursa olsun zengin olma hevesine kapıldı. Hatta hayırlı ise olsun bile demiyor, sadece zengin olmayı kafasına koymuş bulunuyordu.

Bu yüzden tam üç defa Efendimiz (sas) Hazretleri’ne müracaat ederek zengin olmak için dua istemişti.

– Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, beni zengin ederse fakirin hakkını fazlasıyla da veririm, diyecek kadar da teminat vermişti.

Efendimiz (sas) Hazretleri ise “Şükrünü yaptığın az mal, şükrünü yapamadığın çok maldan hayırlıdır!” sözleriyle ikazda bulunmuşsa da, ısrarını sürdüren Salebe’nin istediği duayı nihayet yapmış:

– “Salebe’ye istediği malı ver ya Rab!” diye niyazda bulunmuştu.
O sıralarda koyun alan Salebe’nin sürüsü kısa zamanda öylesine çoğaldı ki, camiden çıkmayan Salebe, artık cumaya dahi gelemiyor, çölde sürüsünün peşinde sürüklenip gidiyordu.
Efendimiz (asv) artık camide görünmeyen Salebe’yi soruyor: “Çölde koyunlarının peşinde dolaşıyor.” denince de: “Yazık oldu Salebe’ye.” diye hayıflanıyordu.

Zekat ayetleri geldikten sonra Efendimiz (asv) servet sahiplerine zekat memurları gönderdi. Fakirlerin haklarını alıp hazineye getirecekler, oradan da muhtaçlara taksim edilecekti. Salebe’ye de zekat memuru gönderdi. Onu çölde sürüsünün peşinde bulan zekat memurları anlattılar.

– “Malı çok olanların, kırkta birini yoksulun hakkı olarak ayırıp vermesi gerekiyor. Biz bunu alıp götürmek üzere geldik.”
Salebe, servet sahibi olduktan sonra değişmişti. Öyle her isteyene mal verecek kadar da ürkek biri değildi artık. Nitekim zekat memurlarına ağızlarının payını vermekte(!) çekinmedi:
– “Çölde aç susuz dolaşarak kazanan benim. Size ne oluyor ki gelip benden haraç istiyorsunuz? Bu sizin istediğiniz haraçtan başka bir şey değildir.” diyerek Resulüllah (asv)’ın gönderdiği zekat memurlarını eli boş çevirdi.

Salebe’nin zekat memurlarını reddini duyan Resulüllah (sas) Hazretleri:

– “Yazık oldu Salebe’ye!” diye üzüntüsünü tekrarladı.

Bu olay üzerine Tevbe Sûresi’ndeki ayetler geldi:

– “Münafıklardan bazıları da mal mülk verip zengin ettiği takdirde Allah’a daha çok itaat edip, fakirlere daha çok yardım edeceklerine söz verirler de, Allah onlara istediklerini ihsan edince verdikleri sözleri unuturlar, cimrilik edip yoksulun hakkını vermezler!” (Tevbe, 9/75 ve 76)

Ayetler, verdiği sözünde durmayarak yoksulun hakkını vermeyen Salebe’nin münafıklar sınıfına geçtiğini işaretliyordu. Bunu üzüntü ile anlayan bir yakını, gidip derhal zekatını vermesini, yoksa gelen ayetlerle münafıklardan biri olarak damgalanmış olacağını hatırlattı. Akrabasının bu zorlaması üzerine zekatını alıp Medine’ye gelen Salebe, Resulüllah Hazretleri’ne (asv) istenen yardımı getirdiğini ifade etti. Ancak Resulüllah üzüntülü bir eda ile:

– “Senin yardımını alamam artık Salebe, malınla geldiğin yere dön!” buyurdu.

Resulüllah’ın (sas) ahirete teşrifinden sonra Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer’e de sırasıyla müracaat eden Salebe, malının zekatını getirmişti ama:

– “Resulüllah’ın kabul etmediğini biz de kabul edemeyiz.” diyerek, zoraki bir duyguyla getirdiği yardımını halifeler de almadılar.

Nihayet Hazret-i Osman (ra) zamanında, son nefeslerini verdiği sıralarda Salebe’nin kulaklarında Resulüllah’ın yaptığı ikazlar yankılanıyordu:

– “Şükrünü yaptığın az mal, şükrünü yapamadığın çok maldan hayırlıdır!”
Ama vakit çok geçti. Salebe zekatını gönül arzusuyla vermeyen cimri zenginlere ibret olacak bir örneği teşkil edecekti artık, tarih boyunca.

Kaynak; Taberânî, Beyhakî,
Okuduysanız Paylaşalım
Bu ibretlik kıssayı Herkes Okusun.

http://sevdalilarmekani.com/cok-ibretlik-bir-kissa.html


ZEKAT VERECEK FAKİR MÜSLÜMAN BULAMAYAN ADAM


15 Kasım 2018 Perşembe

AZİZ MAHMUT HÜDAİ HZ.LERİ VE TAYY-İ MEKAN


AZİZ MAHMUT HÜDAİ HZ.LERİ VE TAYY-İ MEKAN

Aziz Mahmut Hüdai Hz.leri Bursa'da kadı iken baktığı bir davada;Bir kadın gelerek kocasının " Hacca gitmezsem seni boşarım" dediğini. Ancak Hacca gitmesine zaman ve imkan ve olmadığı halde hacca gittiğini söylediği anlatır ve kocasından şikayetçi olduğunu belirtir.

Hüdâî Hazretleri şikayet edilen kocayı mahkemeye çağırır. Olayı anlatmasını ister. Adam istemeye istemeye olayı anlatır.

Yıllarca içinin Hac ile yandığını ama fakirlikten gedemediğini söyler. Hacca birkaç gün kala, Üftâde Hazretlerine gittiğini, onun da kendisini Eskici Mehmet Dede’ye gönderdiğini söyler. Mehmet Dede’nin kerameti ile arife günü hacca gittiklerini, bütün görevlerini yaptıktan sonrada döndüklerini anlatır.

Ancak anlatılanlar ikna edici değildir. Kadı delil ister. Bursalı hacılarla görüştüğünü onlara emanet verdiğini belirtir. Mahkeme Bursalı Hacılar gelene kadar ileri tarihe ertelenir. Beş altı ay sonra, Bursalı hacılar döndüğünde mahkeme yeniden kurulur. Adamın anlattıkları doğrudur. Adam hacca gitmiştir. Mahkeme adamı haklı bularak davayı kapatır. Yalnız asıl dava şimdi Hüdâî Hazretleri için başlar.

Hacca giden adamın peşine düşer. Kendisini Hacca götüren adamı sorar. “Eskici Mehmet Dede” cevabını alınca, doğru yanına gider. Eskici Mehmet Dede onu yokluk kapısı Üftâde Hazretlerinin yanına gönderir.

Üzerinde kadılık kalfanı atı ile mağrur şekilde Üftâde Hazretlerinin makamına çıkar. Üftâde Hazretleri bahçede çalışmaktadır. Gurur ve kibirle; “Ben Bursa kadısıyım. Üftâde ile görüşmek istiyorum" der. Bahçede çalışan Üftâde Hazretleri: "Ne yapacaksın onu" diye sorar. Hüdâî hazretleri; “Onunla görüşmek istiyorum” der.

Bunun üzerine Üftâde Hazretleri; "Üftâde benim, lakin yazıklar olsun ey Kadı Efendi! Herhalde yanlış yere geldiniz. Burası yokluk kapısıdır ve biz bu kapının kuluyuz. Halbuki sen varlık sahibisin. Bu halde ikimizin bir araya gelmesi mümkün mü? Senin ilmin, malın, mülkün, şanın ve mamur bir dünyan var. Bizim gibi kulların Allah'tan başka kimsesi yoktur” der.

Büyük umutla geldiği kapı bir anda üzerine kapanmıştır. Koca kadı yıkılmıştır. Deyim yerinde ise "ocağına düştüm" der. Üftâde Hazretleri: "Bize talebe olacaksan kadılıktan istifa edip, üzerindeki kadılık elbisesi ile Bursa sokaklarında ciğer satacaksın" der.
Malı, mülkü, makamı elinin tersi ile iter. Bursa sokaklarında " Ciğercii!.." diye bağırdıkça, ciğerleri yanar. Yandıkça pişer, piştikçe yanar, yandıkça pişer…

http://bedirhaber.com/haber/aziz-mahmut-hudai-hazretleri-21336.html

KABAK VE ÇINAR


TAHİR İLE ZÜHRE


TAHİR İLE ZÜHRE

Tahir ile Zühre Mescidi, Konya Meram İlçesinde Gedavet Parkında yer alır.

Kitabesi günümüze gelememiştir. Yapı üslubundan XIII.yüzyılın sonlarında Sahip Ata’nın torunları tarafından yaptırıldığı sanılmaktadır. Sahip Ata’nın torunlarının yanındaki türbede gömülü olduğu düşünülse de bu konuda yeterli bir bilgiye kaynaklarda rastlanmamıştır.

Yaygın bir rivayete göre ise, yandaki türbede gömülü olanlar Sahip Ata’nın torunları değil. Buna göre, mescidin bitişiğindeki türbe, halk hikâyelerimizin ünlü kahramanlarından Tahir ile Zühre’ye ait. Türbede yan yana iki mezar. Biri Tahir’in, öteki Zühre’nin ....
Hikaye, Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin,Emrah ile Selvihan, Aşık Garip ile Şah Sanem ve Yusuf ile Züleyha’da olduğu gibi hazin.

Tahir ile Zühre'nin Hikayesi kısaca şöyle:

Zühre bir sultan kızı, Tahir bir vezir oğludur. İkisi de aynı zamanda dünya’ya gelmişler, birlikte oynamış, birlikte büyümüşlerdi. 

Önceleri, bir hocanın rahlesi önünde diz çöküp okurlarken, sonra yaşlı bir Pir’in elinden içtikleri “Aşk Badesi” ile sarhoş olur, yüreklerini aşkın yalap yalap yakan ateşinde közleştirirler. 
Artık, sazla- sözle deyişler söylemekte, birbirlerine olan aşklarını dile getirmektedirler. Bu böyle gitmeyecek, bir engel ortaya çıkacak, daha beşikteyken sözleri kesilen bu iki sevgiliyi birbirinden ayıracaktır. Çünkü, Hak âşıklarının alın yazısı böyledir. Bu çizgide kaderleri birliktir. Gün gelip çatmış,kader ağlarını örmüş, Tahir Konya’dan Mardin zindanına sürülmüş, Zühre de sarayın bir odasına kapatılmıştır.

Her iki âşık, umutsuz aşklarının çilesini çekmeye, yüreklerindeki petek petek aşk balını saza ve söze dökmeye devam ederler. Gün olur, Tahir zindandan kurtulur. Konya yoluna düşer, Konya sarayından sevgilisini kurtarmak isterken yakalanır. Bu kerre bir sandala bağlanarak, başıboş, Beyşehir gölünün hırçın dalgalarına bırakılıverir. Göl Emir’i onu bulur, konağına getirir. Bu sırada, Zühre’nin bir Bey oğlu ile düğününün yapılmakta olduğu haberi alınır. Tahir, kılık değiştirerek, Konya’ya gelir, bir yolunu bularak Saraya girer. Girer ama, bir muhafız onu tanır üzerine atılarak öldürür. Zühre, altın telli duvağıyla cesedin üzerine kapanır, oracıkta can verir. Her ikisini bir mezara korlar. Mezardan iki gül fidanı boy verir iki fidanın arasında bir çalı dikeni vardır. Bu iki fidanı asla birleştirmez. Sonradan mezarlar üstüne, bugünkü türbeyi yaptırır, adına Tahir Ve Zühre türbesi derler.

LEYLA İLE MECNUN


LEYLA İLE MECNUN

Birçok kişi tarafından işlenmiş olan konuyu Fuzulî, mesnevî türünde kaleme almıştır. Eser hala çok kıymetlidir.

Mesnevî tarzına ve dile yenilik getirmiştir.Eserin iç örgüsü çok sağlamdır.

Leylâ ile Mecnun’ [Arapca مجنون ليلى] un aşkları bir Arap efsanesine dayanmaktadır. Bu efsanede Mecnun mahlasıyla şiirler söyleyen Kays ibni Mülevvah adlı bir Arap şairiyle Leyli (Leylâ) adlı bir Arap kızın arasında geçen ve ayrılıkla sona eren bir aşk hikayesini anlatılmaktadır.

Leylâ vü Mecnûn mesnevisiyle ilgili çalışmalarda, Fuzuli’nin bu eseri

“Mecnun’un mecazi aşktan ilahi aşka geçişi” düşüncesini ispatlamak amacıyla yazdığı söylenmekte ve bu iddia “Leyla’dan Mevla’ya ulaşmak”şeklinde ifade edilmektedir.Eserin dibace ve hikâye kısımları birlikte değerlendirildiğinde,bu eserin “ilahi aşkı arayan insanın macerası”nı ele aldığı, aslında Mecnun’un Leyla’ya layık olmak için bir tür olgunlaşma sürecinden geçtiği görülür. 

Nitekim Fuzuli eserinin dibace kısmında,hikâyedeki unsurların birer sembol olarak kullanıldığını, hikâye anlatmanın bir bahane olduğunu, aslında mecaz yoluyla ilahi aşkın sırları ile gizli hakikatlerini anlatmak istediğini söylemekte ve eserinde kullanacağı sembollerin gerçekte neye tekabül ettiklerini belirtmektedir.

Bu çalışmada, Leylâ vü Mecnûn hakkında yazı yazanların genellikle üzerinde durmadıkları dibace kısmı ayrıntılı bir şekilde tahlil edilerek eserin aslında ne anlattığı sorusuna yazar merkezli bir cevap aranacaktır

LEYLA İLE MECNUN(KAYS) HİKAYESİ

Bu hikayenin konusu kısaca şöyledir: 

Leyla ve Kays(Mecnun’un asıl adı) çocukluk yıllarında birbirlerine aşık olmuşlardır.Hatta bir rivayette amcasının kızı olduğu iddia edilir. Kısa zamanda heryere yayılan bu aşkı duyan annesi Leyla’yı Kays’la görüşmesini yasaklar. 

Ayrılık ıstırabıyla mahvolan Kays halk arasında Mecnun diye anılmaya başlar. Bu sevda yüzünden çöllere düşen Mecnun’a birçok kişi Leyla’yı unutmasını söyler; ancak onun için kainat artık Leyla’dan ibarettir ve hiçbir şekilde bu aşktan vazgeçmez. Hatta babası onu bu dertten kurtulmak üzere Allah’a yakarması için Kabe’ye götürür; ama o tam tersine derdinin artması için dua eder. Hem Leyla’nın hem Mecnun’un halleri gittikçe perişanlaşmaktadır. 

Başkasıyla nikahlandırılan Leyla, kocasından kendisini uzak tutmak için bir hikaye uydurur ve bir süre sonra adam ölür. Bu sırada Mecnun çöldedir ve aşkın bin bir tülü cefasıyla yoğrulmaktadır, bu sırada dünyayla bütün bağlantısı kesilir ve sadece ruhuyla yaşar hale gelir. Leyla’nın vücudu da dahil olmak üzere bütün maddi varlıklarla ilişkisi bitmiştir. Birgün Leyla çölde onu bulur ama Mecnun onu tanımaz ve “Leyla benim içimdedir, sen kimsin?” der. Onun eriştiği mertebeyi anlayan Leyla gider ve bir süre sonra ölür. Onun ardından da Mecnun hayata veda eder, böylece ruhları hakiki kavuşmayı yaşar.

Bu hikayenin sonunda; seven ve sevilen bir olmuşlardır. Aşık kendini madde dünyasından tamamen soyutlamayı başarmış ve sevdiğine ulaşmıştır. Bu noktadan sonra seven ve sevilen diye iki farklı kişiden bahsetmekte yanlıştır; ruhlar ilahi visal(ilahi kavuşmaya)e ulaşmışlardır. Bu yüzden artık Mecnun sevdiğini kendinden dışarıda aramamaktadır, bu dünyayı onun yeri kabul etmemektedir.

Bu mesnevide Fuzuli, dünyevi aşkı bir basamak olarak kullanıp onun üstünden maddeden ayrılıp tamamen ruha ait olan ilahi aşkı anlatır.

Efsanenin hikayeye dönüşmesi

Bu efsane Arap edebiyatında 10. yüzyılda çok yaygın bir hale gelmiş, Mecnun’a ait olduğu söylenen şiirlerin arasına nesirler de eklenerek hikaye haline getirilmiştir. Bu konu daha sonra Fars ve Türk edebiyatlarında da işlenmiştir. Bunların arasında en ünlüsü Fuzuli‘nin 1535’te yazdığı Leylâ vü Mecnun adlı mesnevisidir.Fuzuli,Leyla ve Mecnun mesnevisini istek üzerine yazmıştır. Kanuni Sultan Sü­leyman Bağdat şehrini ele ge­çirdikten sonra burada toplanan bilim ve sanat adamları, 
Fu­zuli’den, bu türde bir eser yazmalarını istemişler, bunu bir çeşit sınanma sayan Fuzuli de 1535 yılında eserini tamamlayıp Bağdat valisi Üveys Paşa’ya sunmuştur.

Mecnun ve namaz kılan derviş

Kays,bilinen adıyla Mecnun, Leylâ’nın aşkından kendisinden geçip yarı meczup bir halde çölde giderken,namaz kılmakta olan bir dervişin önünden geçer. Derviş hemen namazını selamlayıp, Mecnun’a “Namaz kılan birinin önünden geçilmez, bunu bilmiyor musun?” diye çıkışır. Mecnun cevap verir “Ben Leylâ’nın aşkından öyle bir hale geldim ki, senin burada namaz kıldığını görmedim bile, sen nasıl bir aşkla namaz kılıyorsun da benim senin önünden geçtiğimi görüyorsun?”der.

HZ.YUSUF (AS) İLE ZÜLEYHA’NIN AŞKI



HZ.YUSUF (AS) İLE ZÜLEYHA’NIN AŞKI

Hz.Yakub'un(a.s) oniki evladından biri olup kardeşleri tarafından kuyuya atılan Hz.Yusuf(a.s) ın güzelliğini hemen hemen herkes bilmektedir.Hz.Yusuf'a(a.s) insan üstü bir güzellik bahşedilmiştir.

Bütün mahlukata verilen güzelliğin yarısının Ona verildiğini biliyor muydunuz? Onu görüp sevmemek,hayran kalmamak mümkün değildi..Züleyha' nın ona olan aşkı yüzünden suçsuz yere zindanlara atılan Hz.Yusuf(a.s)ı,Züleyha o günkü Mısır'ın sosyetesine mensup varlıklı kadınların önüne çıkarınca ,kadınlar ellerindeki meyve bıçağıyla meyve soyarken Hz.Yusuf(a.s) görünce ''Haşa,ALLAH için bu bir beşer olamaz.Olsa olsa güzel bir melektir.'' diye mırıldandılar.Ona bakmaktan gözlerini alamadılar ve bıçakla ellerindeki meyveleri soyacakları yerde,parmaklarını kıtır kıtır kestiler de farkına bile varmadılar. Ondaki güzellik ahiret güzelliğindendi... 

Hz.Yusuf'u(a.s) kuyudan çıkaranlar onu Mısır'a getirip köle pazarında satlığa çıkardıklarında,Mısır Azizi yani maliye işlerine bakan vezir,Hz.Yusuf'u(a.s) görür görmez gönlüne bir sevgi düştü ve Onu satın aldı.Aziz in hiç çocuğu olmamıştı.Onu zevcesi Züleyha ya getirip: 

-Buna güzel bak! Umulur ki bize faydası olur veyahut evlet ediniriz,dedi.

Çocukları olmadığı için,güzel yüzlü temiz yaratılışlı Hazreti Hz.Yusuf'u(a.s) evlatlık olarak yanlarına aldılar.

Mısır Azizi ile evli olan Züleyha Mısır ın en güzel kadınlarından biridir..

Hz.Yusuf'a(a.s) çocukluğunda bir nevi evlat gözüyle bakan Mısır Azizinin hanımı Züleyha,gün geçtikçe serpilip gelişen ve ellerinde büyüyen bu delikanlının güzel haline,ahvaline ve muhteşem güzelliğine şahit oldukça hisleri değişti ve sonunda tutkuyla bağlanıp bütün kalbiyle Ona aşık oldu...

Züleyha aşkından öyle bir hale geldi ki,her şey ona Yusuf (as) ı hatırlatıyordu.Onun dikkatini çekmek için elinden gelen herşeyi yapıyordu.Züleyha nın, Hz.Yusuf'a(a.s) duyduğu aşkın tarifini yapmak mümkün değildi.Denilir ki,Züleyha nın yetmiş deve yükü mücevher ve gerdanlığı vardı ancak hiçbir şey gözünde değildi..'' Bugün Yusuf u gördüm'' diyen,ondan haber veren herkese mücevherlerini dağıtırdı.

Aşkın ateşi ile yanan Züleyha baktığı her yerde Hz.Yusuf'u(a.s)görür,karşılaştığı herkesi Yusuf diye çağırırdı.Bütün servetini hazreti Yusuf un aşkı uğruna feda etti..

Züleyha, Hz.Yusuf(a.s) zindanda kaldığı süre içinde o kadar acı çekti ki,üzüntüden kederden gençliğini ve güzelliğini yitirdi.O da aşkın,tutkunun ve ihtirsın bedelini bu şekilde ödedi...Hz.Yusuf(a.s) senelerce hapiste kaldı,Züleyha ise vicdanında hapsetmişti kendini.Gözyaşı ve tevbe ile temizlemişti günahlarını...

Züleyhâ, Hz.Yusuf'a(a.s) olan aşkından dolayı gözleri kurumuş ve bedeni çökmüştü. İhtiyar bir kadından farksızdı. Elindeki her şeyini dağıtmış ve hiçbir şeyi kalmamıştı.

Nihâyet Hz.Yusuf'un (a.s) yolu üzerinde bir harâbeye çekildi. Başından geçen hâdiseleri düşünerek hakîkati anladı ve tapmakta olduğu putun karşısına geçip:

“–Yazıklar olsun sana ve sana kulluk edene! Şu ihtiyarlığıma, âmâlığıma ve fakirliğime merhamet etmedin! Bugünden itibâren seni inkâr ediyor ve Yûsuf’un Rabbine îmân ediyorum” dedi.

Böylece hidâyete ererek sabah-akşam Allâh’ı zikre koyuldu.

ZÜLEYHA’NIN HZ.YUSUF’TAN (AS) İSTEDİĞİ 3 DUÂ

Birgün Hz.Yûsuf -aleyhisselâm- atına binmiş, maiyyetiyle birlikte Züleyhâ’nın hânesinin önünden geçmekteydi. Züleyhâ hemen evinden çıktı ve Hz.Yusuf'un(a.s) yolu üzerinde yüksek sesle şöyle dedi:

“Tesbîh ederim o kudreti ki, sultanları günahları sebebiyle köle eder; köleleri de Hakk’a kullukları sâyesinde sultân eyler!..”[1]

Allâh’ın emri ile rüzgâr bu sesi Hz.Yusuf'un(a.s) kulağına eriştirdi. Hz.Yusuf(a.s) da tanıyamadığı Züleyhâ’nın hâlini sordurdu. Züleyhâ, ancak Hz.Yusuf'un(a.s) kendisine derman olacağını söyleyerek O’nun huzûruna çıktı. Hz.Yûsuf -aleyhisselâm-’dan eski güzelliğinin ve gözlerinin kendisine verilmesi için duâ etmesini, ardından da kendisiyle evlenmesini taleb etti.

Hz.Yûsuf -aleyhisselâm-, onun ilk iki arzusunu yerine getirdi ve Allâh’ın izni ile Züleyhâ’ya gözleri ve önceki güzelliği tekrar verildi. Ancak üçüncü talep husûsunda Hz.Yûsuf -aleyhisselâm- başını önüne eğdi ve murâkabeye daldı. O sırada Cebrâîl geldi ve Hz.Yûsuf -aleyhisselâm-’a:

“–Ey Yûsuf! Rabbin sana selâm ediyor ve kadıncağızın talebini reddetmemeni emrediyor! Onunla izdivâc eyle; zîrâ o, dünyâda ve âhirette senin zevcendir!”

Bu emir üzerine Hz.Yûsuf -aleyhisselâm- Züleyhâ’yı kendisine nikâhladı.
Züleyha Hz.Yusuf(a.s) ile evlendiğinde ise bakire idi.Zira kocası Aziz,iktidarsız olduğu için Züleyha kız olarak Hz.Yusufla(a.s) gerdeğe girdi..'' 

Daha sonra Hz.Yûsuf -aleyhisselâm- ellerini semâya kaldırarak şöyle duâ etti:

“Ey bana bunca nîmeti ihsân eden merhametlilerin en merhametlisi olan Allâh’ım! Sana nihâyetsiz hamd ü senâlar olsun!

İlâhî! Üzerimdeki nîmetini tamamlamanı, bana babam Ya’kûb’un yüzünü göstermeni, beni de ona göstermekle onun da gözlerini nûrlandırmanı ve kardeşlerimin de benimle görüşme yollarını açmanı Sen’den dilerim Rabbim! Sen duâyı kabûl edensin, Sen her şeye kâdirsin!”

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi 2, Erkam Yayınları

http://edalisin.blogspot.com.tr/2012/12/yusuf-as-ve-zuleyhabunlari.html

HAY BİN YAKZAN


HAY BİN YAKZAN

YAKZAN'IN OĞLU HAY'IN HİKAYESİ

Hayy, Ekvator'un altında Hint Adaları’nın birinde anasız ,babasız bir takım tabii şartların oldukça duyarlı yöntemler ve yollarla bir araya gelişiyle varolmuştur. Topraktan mayalanarak sıcak, soğuk, ıslaklık ve kuruluğun birbirine karışmasıyla. İkinci varsayım ise, geleneksel kültürlerde ve dinlerde çoğunlukla ittifakla savunulduğu gibi Hayy'ın bir anne ve babadan dünyaya geliş hikayesine dayanır. Bol miktarda Kur'ani motifin kullanıldığı bu ikinci varsayımın kendinden türemeye dayanan birinci varsayıma göre İbnu Tufayl'in tercihi olduğu anlaşılır.

İbnu Tufayl'ın birinci varsayıma dönüşünün amacı, ruhun ,bedene girişini, ilahi bilgi, nur ve gerçeklikleri kabul edebilecek yüksek seviyelere gelişini adeta ilk insan Adem'in topraktan yaratılışından yola çıkarak anlatma, bu arada Tabiat Felsefecileri ile bu düşünce arasında uzlaşma kurmak amacıyla bilinçle kullandığı bir malzemedir. Der ki: " Hayy'ın ortaya çıkışı üzerine iki varsayım olduğunu belirtmiştik. Buraya kadar bu iki varsayımı sergiledik. Bundan sonrası için bütün Filozoflar aynı görüşte birleşmektedir"

Başlangıçta onu yavrusu sanarak anneliğini üstlenen Ceylanla olaylar başlar. Yırtıcı hayvanların olmadığı, fakat başta insan olmak üzere diğer canlıların yaşaması için oldukça elverişli tabii şartlara sahip olan bu ıssız adada anne-ceylan yavru-Hayy'ı iki sene bereketli sütüyle besler. Ceylan'ın koruyucu ve şefkat dolu kucağında yetişen Hayy, zamanla annesini taklid eder, onun gibi sesler çıkarır; ancak insan yaratılışının sahip olduğu özellikler ve yeteneklerle fazladan diğer hayvanların ve kuşların seslerini, kendi aralarında anlaşma tarzlarını öğrenir. Burada Süleyman'ın kuşların dilini bilmesi motifine dikkat edilmeli. Ama Hayy, zamanla hayvanlarla kendisi arasında temel bir ayırım olduğu bilincine varır. Onları daha yakından gözlemler, çevresi üzerinde düşünür. Adem'in cennetteki motifine uygun olarak onda ilk uyanan insani duydu utanma olur ve avret yerlerini örtme gereğini düşünerek onlardan farklılaşır.

7 yaşına geldiğinde çevresinin kendisine sunduğu tabii malzemeleri kullanmayı öğrenir; sözgelimi sarmaşıklardan kuşak, ağaç dallarından sopa yapar, ellerini daha maharetle kullanır, becerilerini artırır.

Anne Ceylan yaşlanıp güçten düşünce Hayy artık onu beslemenin, ona bakma sırasının kendisine geldiğini "akl" eder ve ona bir süre bakar. Ceylanın ölümü ile sarsılır. Annesini kaybetmiş bir öksüzün derin psikolojik sarsıntısı içinde ne yapacağını bilemez. Ceylanın ölü vucudunu araştırmaya girişir, onu hareketten kesen şeyin ne olduğunu öğrenmeye koyulur. Amacı hasta sandığı ceylanı iyileştirmek iken, ölüm denilen o müthiş gerçekle karşılaşır ve bu, onu canlılara can ve hareket veren temel, neden fikrine götürür. Hayy, cann/ruh'u keşfettikten sonra, salt cisim ve madde olan beden gözünde önemsizleşir. Demek oluyor ki, bedene güzelliği, canlılığı veren bedenin kendisi değil, kendince kalb'te olan, ama bedeni terkedince herşeyi de beraberinde alıp götüren şeydir. Zaman'la cana karşı değerini iyiden iyiye kaybeden cisim leş olur, üstelik kokuşur. Bu sırada Hayy'ın imdadına kavga eden, sonra biri diğerini öldürüp toprağı eşeleyerek öldürdüğünü çukura gömen iki karga yetişir. Bu, Adem'in iki oğlu motifidir. Hayy, gözlemlerine devam ederken, bütün canlı varlıklarda ve Ceylan'da olan şeyin ne olduğunu düşünmeye başlar. Bu, her hayvan ve bitki türünün çok sayıda bireyleri ve türevleri vardır fikrini uyandırır onda. Şu halde kendisi de bireylerden oluşan bir türden başkası değildir.

Dış dünyada olup- bitenleri gözemler ve deney yoluyla tanımaya çalışırken, onun insani düşünce ve bilgi ufkunu kökten değiştiren bir başka olay da, adanın ormanlık kesiminde- muhtemelen yıldırım düşmesi sonucu olmalı bir yangının çıkması ve Hayy'ın ateşi ilk defa görüp tanımasıdır. Ateş ona inanılmaz bir güç olarak görünür. Çeşitli yöntemlerle ateşle giriştiği ilişki sonucunda onun hem yakıcı, hem ısıtıcı ve hem aydınlatıcı olmak üzere üç özelliğini keşfeder. Ateşi, söndürmeden devam ettirmenin yollarını öğrendikten sonra, günün birinde kıyıya vurmuş cansız bir balığı içine atınca etin olağanüstü bir lezzet kazandığını öğrenir. Böylelikle ateşin dördüncü bir işevini öğrenmiş olur. Bu olay, onun çeşitli hayvanları avlayıp- tabii kendince yenebilecek olanları- ateşte pişirme düşüncesine götürür. Kültürel antropoloji bakımından İbnu Tufayl'in toplayıcılığı avcılıktan önceye aldığını gösterir bu olay. Hayy'da ateş, korku yanında hayranlık ve sevgi duygularını uyandırır. Ama onun ateşle giriştiği ilişki, Hayy'da "ısı ve sıcaklık" kavramının canlılarda ki "can" ile "ateşteki nitelik" arasında dolaylı bir bağ kurulmasına yol açar ki, bu hayvanlarda gördüğü ve onlara canlılık katan sıcak şeyin ateşteki sıcaklıkla benzerlik kurmasının da temel nedenidir. Sonunda hayvanlar üzerinde yeni bir gözlem yapmaya başlar; hayvanların diğer organlarını, bunların durum ve düzenlerini, nicelik ve niteliklerini, canlılıklarını sürdürebilmek için kalbdeki "sıcak" buhardan yararlanma biçimlerini, gövdede kaldığı sürece nasıl kaldığını ve belli bir süre için tükenmediğini araştırmağa girişir.

20 yaşına geldiği zaman, hayvansal ruh başta olmak üzere bu türden epey bilgi edinmiş olur.

Hayvanları bu tabiatın canlı ortamında çok yönlü deney ve gözlemlerde bulunarak araştırırken, Hayy, onlardan daha üst bir aşamada yararlanmayı öğrenir; hayvanların derilerinden ayakkabı ve elbiseler yapar, kıllarından ipler, halatlar elde eder. Hayvanlar üzerindeki araştırma ve çalışmaları, çok geçmeden onları evcilleştirme düşüncesini doğurur onda. Hatta hayvan boynuzlarını ateşte kısmen eriterek ya da yontarak aletler, silahlar elde etmeyi öğrenmek de O’nun vaktini almaz.

Hayy'da bu aşamada doğacak temel düşünce bütün canlılarda görünmeyenin birliğidir. Gündelik hayatını düzene koyup da teorik araştırmalarını gözlem ve deneylerle birleştirince, kevn ve fesat olan maddi tabiatın varlık dünyasını, hayvan, bitki, maden, taş ve toprakları, bunların türlerini ve niteliklerini daha yakından ve bir takım sonuçlara varmak amacıyla araştırmaya başladığını görüyoruz. Artık Hayy'ın gözünde bütün nesneleri özgün kılan, birbirinden ayıran özelliklere baktığında evren sayılamayacak çoklukta yeni bir tezahüre kavuşur. Paradoksal bir şey ama doğru: bir yanda birlik, öte yanda çokluk. Kesret'te vahdet. Ancak varlıklar, yalnızca etkilerinin ayırımıyla birbirlerinden farklılaşıyorlardı. Kendi organları, çokluk olmakla birlikte, insani-ruh denen bir özde birlikte asıl ifadelerini bulmuyorlar mıydı? Bir adım daha atınca, türlerin bireyleri, iç ve dış yapıları, duyum ve davranışları bakımından benzeşiyorlardı. Ama türlerin bireylerinde ayrı ayrı bulunan ruh, aslında tek bir ruhun parçalarından başka bir şey değildi. Adeta değişik kaplara dökülen aynı su gibi, ruh da yüreklere dağılmış gibiydi. Şu halde ruha ilişkin çokluk, bulunduğu yerin çokluğudur.

Hayy, tüm hayvan türlerini tek bir ruha indirgedikten sonra, ve defa bitkileri gözlemler. Bitkilerde de tıpkı hayvanlarda olduğu gibi ortak bir ruhun varolduğu sonucuna varır. Ancak burda da durmaz ve bu sefer iki cinsi birlikte düşünmeye başlar. Görür ki, bitki ve hayvanlar arasında ortak bir nitelikte ifadesini bulan bir birlik vardır; ama bu nitelik hayvanlarda belli bir yetkinlik kazanmışken, bitkilerde daha düşük bir düzeyde kalmıştır.

Gözlem, akıl yürütme, kıyas ve mantıksal çıkarımlara dayalı araştırmalarını ve düşüncelerini ilerletir. Cansızları gözler. Bir uzama sahip olan cisimler, soğuk, sıcak, renkli ve renksiz gibi bazı özellikleriyle yani nicelikleriyle birbirlerinden ayrılıyorlar. Ama aralarında sürekli bir değişme ve dönüşme de var. Ancak, "bitki ve hayvanları ilk bakışta kendiliklerinden kaynaklanıyor gibi görünen sözkonusu eylemlerden soyutlayarak düşününce onların da sonuçta bir tür nesne oldukları" görülüyor.

Bu nesnelerin gerçekte tek bir varlık oldukları sonucunu doğurmaz mı? Demek oluyor ki tüm nesneler birdir. Aralarında hareket türünden farklılık varsa bile, bu özellik onların cisimliklerinden değil, ilave, artık bir nitelikten kaynaklanıyor olmalı. Bunun yanında her cisim kendine ait bir biçime (suret) sahiptir. Hayy'ın cisimlerin biçimlerine ilişkin vardığı bilgi, akledilebilir varlık dünyasında ulaştığı ilk bilgidir. ( Aristoteles’e gönderme olabilecek bir düşünce). Hayy, çok geçmeden madde kavramını da keşfeder ve her cismin madde ve suret'in birleşmesinden meydana geldiğini anlar. Madde hiç değişmediği halde, form sürekli değişiyor, kendine özgü etkilerle kendini gösteriyordu.

Bu serüven O'nu Allah fikrine ulaştırır. Hayy, şimdiye kadar bir bakıma zaruri bilgilerle bu sonuçlara varmıştı; ama aslında yaptığı kesin ve kapsamlı gözlemler, tekrar etmekten bıkmadığı deneylerde onun bu sonuca ulaşmasında önemli pay sahibidir. Her yaratılmış olan için bir Yaratıcı varlığın bulunması kaçınılmazdır. O güne kadar bütün öğrendiklerini bu bilgi ışığında yeniden gözden geçirince, bunların tümü de muhdes şeyler, mahluk ve nesneler olarak ortaya çıkar. Şu halde bunları kesin olarak yaratan Aşkın bir Güç vardı. Bu arada suret ile ilgili görüşünü yeniden ele alınca bütün biçimlerde ulaştığı aynı sonuca göre, önceleri biçimden kaynaklanır sandığı etkilerin gerçekte biçinden değil, biçimi bir araç gibi kullanan bir Varlığın eseri olduğunu anlar. Bu Varlık aşkındı, ilk nedendi, temel ilkeydi ve zorunluydu (İbnu Sina'nın Vacibu'l-Vucud tanımına gönderme)

28 yaşında Zorunlu Varlığı tanıma isteğinden başka daha önemli bir şey kalmamış gibiydi. Tabii henüz duyular dünyadan kopamadığı için bu varlığı duyularla tanımayı tasarlıyordu, üstelik "bir" veya daha çok mu olduğunu da kesin olarak bilemiyordu.

Hayy, Yaratıcı Özne veya Mutlak Varlığı uzayı dolduran kozmik olaylarda aramaya iten neden, gözlediği sonlu, sınırlı ve üç boyuta sahip cisimler dünyasının yetersizliğidir. Ne var ki, Hayy, daha ilk gözleminde gök cisimlerinin de üç boyutlu özelliğini tespit etmiştir. Öyleyse bir uzama sahip olan her şey bir cisim olduğuna göre, yıldızlar ve felekler de birer cisimdir. Ama bu arada akıl gücüyle Yaratıcı Varlığı bulmanın imkansız olduğunu anlamakta gecikmeyen Hayy, sonunda bu büyük gök kubbeyi içindeki bütün varlıklarla bir canlı organizma saydı. " Bütün gökler içerdikleriyle birlikte bağımsız bir özneye muhtaç tek bir şeydir."

"Acaba evren yoktan mı varolmuştu, yoksa kadim miydi?"

İbnu Tufeyl, Hayy'ın düşünce sürecinde açık bir tercih yapmaktan kaçınır. Her iki görüşünde güçlüklerini anlatırken, sözgelimi evrenin yaratılmamış olduğunu savunan Aristotelesci görüşün açmazlığı hakkında şöyle der: " Evren, sonradan varolan, açıkça yaratılmamış olan varlıklardan tümüyle arınmış olmadığına göre, yaratılmamışlıktan arınmayan bir varlığın yaratılmışlardan önceliğini düşünmek de saçmadır. Şu halde yaratılmışlar üzerinde önceliği olmayan herhangi bir varlık da zorunlu olarak yaratılmış olacaktı."

Yaratılma düşüncesinin zorluğu ise şöyle: "Çünkü evrenin yokluktan sonra yaratılmış olması, zamanın ona öncelik kazanması demektir. Sonradan olmaktan çıkan anlam budur. Oysa zaman evrenin bir parçasıdır." Buna ek, Yaratıcı evreni niçin daha önce yaratmadı da sonra yarattı?

Hayy, bu sorular üzerinde düşünmekten yorgun düşünce, bu görülerin sonuçlarını tefekkür etmeye başlar. Bu, Hayy'ın kişiliğinde İbnu Tufayl'ın konuya ilişkin gerçek tutumunu yansıtır. Evrenin yoktan var olduğunu kabul etmek bizi şu sonuçlara götürebilir: Evrenin kendi kendine varolması mümkün değildir. Onu varedecek bir özne, bir Yaratıcı Varlık olmalıdır. Bu Varlığı 5 duyu ile algılayamayız. Hem bu yaratıcının cisim ve cisimsel olmaması gerekir. Çünkü "cisimler hem 3 boyutlu, dolayısıyla sınırlıdır hem de duyular cisimleri ve cisimsel olan nitelikleri duyumsayabilir. Yaratıcı madem ki duyumsanamıyor. Şu halde tahayyul de edilemez; çünkü tahayyul, duyumsanabilen nesnelerin gölgelerini, biçimlerini zihinde canlandırmak demektir.

Aristotelesci görüşü kabul etmenin doğurduğu sonuçlar ise şudur: "Evrenin hareketi başlangıçsız, ezele doğru sonsuz olmalıdır. Varolduğu zaman durağanlık hareketini incelememelidir. Oysa hareket için mutlaka bir muharrik gerekir. Gökleri hareket ettiren Güç, ne göğün kendi cisminde, ne de kendisinin dışındaki başka bir cisimde bulunan bir güç olabilir. Öyleyse o güç, cisimlikten ayrı ve cisimsel niteliklerden hiçbirisiyle nitelenemeyen bir şeyde bulunmaktadır."

Hayy, evreni öncesiz varsaydığında ya da zıddında ulaştığı sonuçlar aynı olur: " her iki durumda da cisim olmayan, ne cisme bitişik, ne de ondan ayrı, ne cismin içinde, ne onun dışında olan bir varlığın zorunluluğu kesinlik kazanıyordu." Bu varlık ise bütün bu durumların üstünde ve cismin her durumundan münezzeh ve yücedir. Demek ki bu Varlık, bütün varlıkların varoluş nedeni ve ilkesidir. Bütün varoluş bu Mutlak Varlığın eseri ve malulüdür. Herşeyin varlığı bu Varlığa bağlı ve bağımlıdır. O, varolmasaydı hiç bir şey varolmazdı.

"Varlıkla zaman bakımından O'ndan sonra olmasalar bile özsel, zati sonralık bakımından O'ndan sonradırlar. Nasıl elde tutulan bir cisim hareket ettirildiği zaman, elin hareketi ile cismin hareketi aynı anda başlarsa, cismin hareketi zaman bakımından elin hareketinden sonra olmasa bile, zati olarak elden sonra ise, tıpkı bunun gibi, bütün evren o varlığın yaratığıdır ve zamanca değil, zati sonralık olarak O'ndan sonradır. "Yasin 82"

Hayy, bu yaklaşım biçimiyle her şeyi yeniden gözlemlemeye başlayınca nesnelerin en aşağı tabakalarında bile Mutlak Yaratıcı varlığın sonsuz güzelliğinden, eşsiz sanatlarından olağanüstü şeyler, izler, işaretler görmeye başlar.

İbnu Tufayl'ın Felsefe’ye getirdiği yenilik, konunun kendisi üzerinde durmak yerine, sonuçları üzerinde durmanın daha anlamlı olacağını vurgulaması; buna bağlı olarak her iki durumda da sonucun bizi mutlak bir Yaratıcı fikrine götürmesine ısrarla işaret etmesidir.

Şematik akılcılığı tanımayan İşraki Filozof’un konuya kazandırdığı yaklaşım kendi bütünlüğü içinde tutarlıdır.

35 yaşında Hayy yüce varlığı, duyu, tahayyul ve akıl yürütmelerin ötesinde salt ve yoğun tefekkürle bulur. Hayy aynı zamanda gezegenlerin hareket ve konumlarını, üstte olanların altta olanlarla ilişkilerini gözlemleyerek kendi de çevresinde yaşayan canlı varlıklarla arasındaki ilişkiyi belirleyecek bir takım ahlaki ilkelere varır ve bunları doğru olarak tespit eder. Bu bilgiler, Hayy'ın Peygamberler’in getirdiği ilahi mesajın kaçınılmaz olarak öngördüğü bir takım kurallar, hukuki düzenleme esasları ve toplumsal davranış biçimlerinden, Şeriat fikrinden başkası değildir. Hayy'ın, sözgelimi kendinden zayıf bir hayvana veya bir engel nedeniyle güneşten ya da sudan uzak kalmış bir bitkiye karşı yerine getirmesi gerektiğini öğrendiği ödevi, biz rahatlıkla insanların bir arada yaşadığı toplumsal hayatın dayandığı bazı hak ve görevlerin aynısı veya başka bir ifadesi olduğunu söyleyebiliriz.

Hayy, gezegenleri, mükemmelliği temsil eden ve Allah'ı bilmeye en yetenekli bir öze sahip olmak konusunda insandan daha üstün ve hak sahibi görüyordu.

Gök cisimlerinin Mutlak Varlığı biliyor düşüncesine ulaşması Hayy'ı kendi hareketlerini onlara benzetmeye iten başlıca etkendir. Hayy, bundan yola çıkarak "ibadet" kavramına ulaşır ve giderek daha düzenli biçimlerde her gün belirli peryodlarla ritmik, dairevi ve Allah'a saygı ve yakınlığı amaçlayan ritüeller, hareketler yapmağa başlar. Hayy'a göre artık kendi varoluşunun asıl amacı, Allah'a ibadet etmek, O'nu kabule yetenekli ruhunu arındırmak ve kesintisiz tefekkürle müşahede makamına ulaşmaktır. İbadetlere ek olarak gündelik hayatına da yeni bir düzen getirmeyi gerekli bulur ve sözgelimi onu ayakta tutabilecek miktarda besin almaya, bu besinin temiz ve yenebilecek türden olmasına kendisinin de temizlenmesine azami dikkat göstermeye başlar. Varlığın bedenle varoluşu, bedeninin ruhla birleşmesini anlamlı amaçlara bağlayan Hayy, sonunda kendisinin hayvanlara, gök cisimlerine ve zorunlu varlığa benzerliğin gerektirdiği eylemleri gerçekleştirmesi düşüncesine varır. Amacın sonunda en yüce mutlak ve yaratıcı Varlığın yani Allah'ın "ahlakı ile ahlaklanmaktır"

Hayy, Şirkten kurtulana, hem kendisi, hem de yer, gökler ve içerdiği şeyler, ruhsal biçimler ve zorunlu Varlığı bilen tüm zatlar düşüncesinden tümüyle silininceye kadar Allah'ı katıksız müşahedeye ulaşmak için çalışmalarını sürdürdü. Sonunda diğer varlıklar da, kendi zatı da kayboldu. Tümüyle yok oldu. Zorunlu ve gerçek Varlığın, kendinden başka bir gerçeklik tanımayan sözüyle "Mümin 16: Bugün mülk kimindir? Tek ver herşeye gücü yeten Allah'ındır" diye haykırarak fena erdi. Bu makamda hiç bir gözün görmediği, hiç bir kulağın duymadığı, hiç bir kalbden geçmeyen şeyleri gördü ve tattı. Hayy artık 49 yaşındaydı.

Artık hakikatın bilgisini elde eder. Bundan sonra belirli periyodlarla müşahede yoluyla ulaştığı yüksek makamda Yüce varlığın akıllara durgunluk veren, ruhu aydınlatıp kendisine bağlayan tecelli ve güzelliklerini yaşama alışkanlığını edinmeye çalışırken hayatında olağanüstü bir olay olur.

Absal adında bir insanla karşılaşır. Kendisinin bir sandığa konularak suya bırakıldığı adadan gelmiş ve kendi toplumunun hem bilgi düzeyini, hem de bilgiyi arama biçimini yeterli bulamamış biridir. Yaşadığı kenti terketmeden önce bütün malını, mülkünü satıp yoksullara dağıtan Absal'ın bu sakin adayı tercih etmesinin bir nedeni, kendi başına deruni tefekküre dalmak, Hakikat'ın Bilgisine ulaşmak için bir bakıma duyumlanabilir dünyadan ve bu dünyanın insanı oyalayıcı gailelerinden uzakta yaşama isteğidir. Absal, kuşkusuz ilahi mesajı Peygamber tebliğiyle tanıyan biridir. Ne var ki o, bir takım işaret ve sembollerin gizlediği batın anlamların gerçek mahiyetlerini kavramakla gerçekliğin asıl bilgisine ulaşabileceğini biliyor. Onun arkadaşı Salaman ise, dinine bağlı, gündelik İslami görevlerini ihmal etmeden yerine getiren biri olmakla birlikte, ilahi tebliğin zahir anlamlarının kendisine verdiği kadarıyla yetinmeyi ilke kabul etmiş, dolayısıyla Absal'a bu yolculuğunda katılmamıştır.

Hayy'ın Absal'la karşılaşması kuşkusuz şaşırtıcı olur. Önce birbirlerini yadırgarlar; sonra yakınlaşıp tanışırlar. Absal, Hayy'a kısa zamanda konuştuğu dili öğretir ve ona insanoğlunun Medeni hayatından, sahip olduğu temel beşeri, ekonomik, ahlaki ve kültürel özelliklerinden uzun uzadıya söz eder. Ortaya çıkan sonuç her ikisi için de gerçekten şaşırtıcıdır: Çünkü Absal'ın anlattığı yer şeyi özü ve ilkeleriyle Hayy'ın bildiği, daha önceden kendi başına öğrendiği ortaya çıkar. Absal'ın "iman ettiği öğretinin Allah, Melekler, Kitaplar, Rasuller, Ahiret, Cennet ve Cehenneme ilişkin bildiklerinin tümü Hayy'ın müşahede ettiklerinin birer simgesi" değişik bir anlatımıdır. Bu yeni bilgiler, Hayy'ın gözünü açar, düşünce ateşini parlatır. Peygamber öğretisinin zahir hükümleri gerçeklik içindeki yeri ve anlamı tam bir aydınlık kazanır. Hayy, Peygamber'in getirdiği bütün bilgileri, hükümleri, ibadet biçimlerini onaylar. Ancak Hayy, iki noktayı açıklamakta zorluk çeker: Bunlardan biri, Peygamber, gayb alemi, öte dünya ile ilgili getirdiği bilgilerde niçin simgesel bir dil kullanmış, gerçeği çıplak şekliyle açıklamamamıştır; ikincisi de "Peygamber açıklamalarını niçin buyruklar ve kulluk göreviyle sınırlı tutmuş, dünya hayatına ilişkin bazı konuları, sözgelimi mal biriktirmeyi, bol bol yeme ve içmeyi tümden yasaklamamıştır?"

Bu kahramanın bir yanılgısıdır. Çünkü Hayy, bütün insanları üstün yaratılışlı, ince kavrayışlı ve kalb gözü açık sanmaktadır. Bu ise doğru değildir. Gerçek şu ki, insanlar eşit fıtratta yaratılmamışlardır. Kimi zaman düşüncesiz, kararsız, nankör, kimi zaman hayvanlardan bile azgın ve aşağılıktır. İçlerinde Hakikat'ın Bilgisi'ni hakkıyla aramak için zahmetli yollara ve büyük güçlüklere katlanabilmeyi göze alanların sayısı oldukça azdır.

Hayy, insanlara sevgi ve acıyla karışık bir ilgi duyar ve onları aydınlatma isteğine kapılır. İbnu Tufayl'a göre bu "olmayacak bir sevdadır" Absal'ı ikna eder ve günün birinde, fırsatını bulup ikisi şehre dönerler.

Şehir halkı her ikisini de sevinç ve coşkuyla karşılar. Bu arada Absal'ın arkadaşı Salaman, salih bir insan olarak yöneticilik yapmaktadır. İlk günlerde halk kitleler halinde gelir ve Hayy'ı dinler, o da bilebildiği bütün gerçekleri çıplak yüzleriyle, olduğu gibi anlatır. Önce bir şaşkınlık, sonra yadırgama başlar. Anlattıkları giderek gündelik hayat içinde belirli bir doğrultuda tutturulmuş geleneksel, sosyal ve ahlaki biçimlere ters düşünce, gecikmeden tepkilere yol açar, tedirgenlik doğurur. Sonunda iş öyle bir noktaya varır ki, Hayy neyi anlatıyorsa insanlar tersini yapmaya koyulur. Ancak bu insanların kötü niyetli olmadıkları da ortadadır. Hayy, bu olay üzerinde uzun uzun düşündükten sonra, bu insanların yaratılışlarındaki eksikliklerden dolayı bilgisiz olduklarını , bilgilerini arttırmak için dünyevi uğraşılardan vakit ayırıp çaba harcamadıkları kanaatine varır ve sonunda onların durumunu düzeltmekten umudunu keser. Toplumu gözden geçirdiğinde, çoğunun kendi istek ve tutkularını, bencil arzularını Tanrı edindiklerini görür. Kimisi bilgiye ve düşünceye gidecek yolları kendi elleriyle tıkamış, böylece Allah'da onların kalblerini mühürlemiştir.

"Bütün bunlardan da şu anlaşılıyordu ki, bu topluma müşahede yoluyla elde edilen Hakikat'in anlatılması mümkün değildir. Onlardan namaz, oruç, zekat, hacc vb. görevlerden daha fazlasını beklemek anlamsızdır." Hayy, aynı zamanda Peygamber'in ilahi tebliğde kullandığı dilin, izlediği siret'in asıl hikmetini kavrar. İnsanlar ayrı ayrı tabiatlarda yaratılmış, her insan yaratıldığı iş için gereken yetenek ve güçle donatılmıştır. Bu, Allah'ın kesintiye uğramayan sünnetidir ve şüphesiz Allah'ın sünnetinde değişiklik olamaz.

Hayy, bu gerçekleri de kavradıktan sonra, düşüncelerinden ve söylediklerinden dolayı Salaman ve arkadaşlarından özür diler ve onlara Peygamber'in getirdiği tebliğe sıkı sıkıya sarılmalarını öğütler. Halk çoğunluğu eğer Qur'an'ın müteşabih ayetlerinden kaçınır, hükümlerine riayet eder, ibadetlerini yerine getirir ve Allah'a Peyhamber'in gösterdiği ve öğrettiği gibi kullukta bulunursa felaha erecektir.

"Yüksek makamlara erişen ve Allah dostlarına yakın olan kimseler ise, bütün iç ve dış güçleriyle nefislerine karşı savaşarak halkı geride bırakan sabikun olacaktır."

Hayy ve Absal sonunda kendi adalarına dönmeye ve orada yaşamaya karar verirler; Salaman ve arkadaşlarına veda ederek adalarına tekrar kavuşurlar. "Hayy eski yöntemiyle çalışarak eski makamına ulaştı. Absal da onu izleyerek onun makamına yakın derecelere yükseldi; hatta hemen hemen Hayy'a ulaştı. İkisi ölünceye kadar adada Allah'a kulluk ettiler."

Ali Bulaç, Absal'ı İbnu Bacce'nin münzevi adamına benzetir. Münzevi Adam toplum içinde yaşayarak marifetin üst derecelerine yükselir; bunu yaparken bir insan toplumu içindedir. Hayy ise, tümüyle tek başına ve sonradan insan toplumu içinde yaşamış biriyle karşılaşan, ama bundan önce Hakikat'e ulaşan bir insandır. el-Farabiyi Nübüvvet konusunda eleştirdiğini hatırlayalım. Hayy tabiatı egemenliğine alma yerine onu bir ayetler mecmuası olarak görür. Bu temiz fırtat Qur'an’ı da doğru okuyabilecektir. O helal ve haramları daha aklıyla bulmuştu.

Mahmut Kasım'a göre o Din ile Felsefeyi değil, Din ile Tasavvuf’u birleştirmye çalıştı. O’nun Felsefi yanını İbnu Sina, din yanını el-Gazali temsil eder. el-Farabi, İbnu Sina, el-Gazali eleştirisi ile de İbnu Rüşd'ü hazırlamış oldu. Peygamber hakikatı çıplak olarak sunsa insanların kavrayış gücünü aşardı. Muvahhidler de halkı Felsefi tartışmalardan uzak tutuyorlardı. Din genel, Felsefe seçkinlerin yoluydu. Eğer bir insanda belli bir mizaç ve aydınlanma arzusu yoksa, Felsefe’den hoşlanmaz.

Felsefe’nin amacı dünyevi bağların ötesinde varlığın kaynağı olan Nur'a, bu nurun temaşasına ve Hakikat'ın sınırsız müşahedesine ulaşmayı sağlamak. Din ise bunları bu açıklıkta önermez; sınırları belirlenmiş zühd ve riyazatı herkese emretmez.

Filozof kendi ışığında mutluluğa ulaşır, dinin çizdiği hududlar içinde yaşayan sıradan bir insan da mutlu olur; bu her ikisi arasında fark vardır. Daha sonra İbnu Rüşd aracılığıyla Ortaçağ'ın Avrupalı düşünürleri, bu görüşü Kilise’ye karşı kullanacak ve Brescia'lı John ve Brahant'lı Siger tarafından çifte gerçeklik doktrinine temel olacaktır.[5]

KAYNAK ESERLER:

[1] Diri oğlu Uyanık. Tabiat Adamı, Kendi Kendine Felsefe, Ruhun Uyanışı, Esrarı Hikmeti Meşrikıyye adları ile anılır.

1299, Matbaai Amire, Süleymaniye Kütüphanesi Abdulgani Ağa, eski kayıt no: 200

Ç.Babanzade Reşid, 1923 Osmanlıca çevirisi Mihran Dergisinde yayınlandı.

Ç.N. Ahmed Özalp,1985, İst, İnsan Yay. "Ruhun Uyanışı ya da Hayy ibn Yakzan'ın Olağanüstü Serüveni"

[2] S.Eyyubi tarafından 1191 de öldürüldü. Felsefesini 36 yaşında kurdu.[2]

[3] Bak: MDT/Meşşailikte İlk Ürünler

[4] Bak:MDT/Sünni Medrese

[5] Bak:Genel Düşünce Tarihi

http://islamvesanat.blogspot.com.tr/2012/11/ibn-i-tufeyl-hay-bin-yazkan.html

PEYGAMBER AŞIĞI,ŞAİR NABİ'NİN HİKAYESİ


PEYGAMBER AŞIĞI,ŞAİR NABİ'NİN HİKAYESİ

Peygamber Aşığı Büyük Şair Urfalı Nabi

Edebiyatımızın büyük şairlerinden Süleyman Nâbî, Sultan 4. Mehmet döneminde önemli devlet adamlarıyla birlikte hacca gider. Her Müslüman şair için hac ibadeti, ol...ağan üstü bir olaydır; çünkü metafizik gerilime düşen şair, en yüksek estetik tecrübeyi edinmektedir. Hiç şüphesiz Nabi için Medine’ye gidip Hz. Peygamber’in kabr-i şeriflerini ziyaret , Mekke’de Kabe-i Muzzama’da tavaf etmek çok heyecan verici bir olaydır. Dolayısıyla hac kafilesinin Medine’ye yaklaştığı sırada şair Nabi’nin sözkonusu heyecanı doruk noktasına ulaşır.

Kafile şafak vakti Medine-i Münevvere’ye girmektedir. Ravza-i Mutahhara’nın minarelerinden sabah ezanı okunmaktadır. Müezzin, ezanın ardından Türkçe bir kaside okumaya başlar.

“Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâdır bu

Nazargâh-ı ilâhidir Makâm-ı Mustafa’dır bu”

Nâbi ve hac kafilesinde bulunanlar, Mescid-i Nebi minarelerinden Türkçe şiir okunması karşısında hayrette kalırlar. Nâbî, dikkat eder, okunan kendi şiiridir. İşin ilginç yanı bu naat, Nâbi’nin o gece, yani birkaç saat önce yazdığı şiirdir.

Namaz bitip Mescid-i Nebi’de yavaş yavaş cemaat dağılırken, Nâbi birkaç arkadaşıyla birlikte heyecan içinde müezzinlerin yanına varır. Müezzinlerden okudukları Türkçe naatın kimin olduğunu ve nerden öğrendiklerini sorarlar. Müezzinler, konunun kendileri için bir sır olduğunu düşünerek önce cevap vermek istemezler.

Fakat Nâbi, ısrar eder, bu Türkçe naatı o gece kendisinin yazdığını belirtir. Bu kez de müezzinler heyecanlanır. “Senin ismin Nâbi mi?” diye sorarlar şaire...”Evet” cevabını alınca ellerine kapanırlar. Nabi de müezzinlerin boyunlarına sarılır tek tek.

Müzzinler, Mescid-i Nebi minarelerinden Türkçe şiir okunması olayının açıklamasını şöyle yapar: “Bu gece Allah Rasulü rüyamızda bize, ‘Ümmetimden Nâbi isimli bir şair, beni ziyarete geliyor. Bu zat, bana karşı son derece büyük bir sevgi ile doludur. Bu aşkını ifade için şöyle bir naat yazmıştır. Siz, bu natı, bu sabah minarelerden onun buraya beni ziyarete gelişi şerefine okuyun.”

PEYGAMBER AŞKI

Nabi, Mescid-i Nebi müezzinlerinin okuduğu Türkçe şiiri gerçekten o gece yazmıştır.. Şiirin yazılış hikayesi de çok ilginçtir: Kafile, Medine-i Münevvere’ye yaklaşmıştır. Vakit gecedir.

Nabi, hac kafilesinde bulunan önemli devlet adamlarından bir paşayla aynı çadırda kalmaktadır.

Resûlullah (sas) Efendimiz’e bir an önce ulaşma özlemiyle Nâbî’nin gözüne uyku girmemiştir. Fakat paşa, hem de ayaklarını Medine tarafına, Kıble’ye doğru uzatmış, uyumaktadır. Bu durum Nabi’yi son derece üzer. “İki cihan güneşinin bulunduğu topraklara geldik. Biraz sonra Medine şehrine gireceğiz. Böyle yatmak hiç münasip olur mu?” diye düşünür. Hz. Peygamber’in (s.a. v) beldesinde, edebe aykırı böyle bir gaflet hâline çok üzülmüştür. Dolayısıyla Medine yakınlarında gece çadırda paşa döne döne uyurken, Nabi de oturup bu şiiri yazmıştır.

Mescid-i Nebi müezzinlerinin yaptığı sözkonusu açıklama karşısında, Paşa’nın utancını, Nâbi’nin ise sevincini anlatmak, bu iki ruh halini tasvir etmek elbette imkânsızdır.

Paşa, utancını hangi kelimelerle dile getirmeye çalıştı bilinmez, ama Nâbi’nin dudaklarından şu kelimeler dökülür: “Demek ki sevgili peygamberimiz bana ‘Ümmetimden bir şair’ dedi. Demek ki iki cihan güneşi beni ümmetliğine kabul etti.”

Nâbi’nin bu hac seyahatinde “Tuhfetü’l-Harameyn” isimli bir gezi kitabı yazmıştır. Bu naat ile birlikte pek çok şiirin, hatıralarının ve gözlemlerinin yer aldığı bu kitap, yazıldığı günden bu yana inanmış gönülleri aşk ve heyecanla coşturmaktadır. Bu naatın, edebiyatımızdaki peygamber sevgisini anlatan şiirler arasında çok özel bir yeri vardır.

BÜYÜK ŞAİRİMİZ YUSUF NABİ

Asıl adı Yusuf olan şair, onun “hiçlik-yokluk” anlamına gelen “Nâbi” mahlasını kullanarak, ki “Na” ve “Bi” kelimeleri Arapça ve Farsça’da “yok” anlamına gelmektedir, varlık kapısına ulaşmak ve lütufla muamele görmek için insanın önce “yokluk” elbisesini giymesi gerektiğini ifade etmiş olmaktadır.

Nabi , 1642 yılında Urfa’da doğar.Urfa’nın tanınmış ailelerindendir. İyi bir eğitim görmüştür. Arapça’yı ve Farsça’yı çok iyi bilir. Devrinde “ Sultanü’ş-Şuara “ diye anılmıştır.

Tasavvuf terbiyesi de görmüş olan Peygamber âşığı Nâbî, altı Osmanlı padişahının hükümdarlığına tanıklık etmiş ve tüm bu padişahlar tarafından sevilip desteklenmiştir.

Halep Valisi Baltacı Mehmet Paşa, sadrazam olunca Nâbi'yi yanına alır. Şair 1666 yılında 24 yaşındayken İstanbul'a gelir. Bu dönemlerde Nâbi Darphane Eminliği, Başmukabelecilik gibi görevlerde bulunur.

Nâbi sadece iyi bir şair değil, çok güzel bir sese de sahiptir ve 'Seyid Nuh' mahlasıyla besteler yapmıştır.

Eserlerinin büyük kısmını Halep'de kaleme alan Nâbî, toplumsal ve sosyal hayatı eleştiren, didaktik şiirler yazar. Eserlerinde Osmanlı'nın duraklama devrinde yönetim ve toplumun içerisine düştüğü dejenerasyona vurgu yaparak sert eleştiriler getirir.

http://islamvesanat.blogspot.com.tr/2012/05/nebipeygamber-asigisair-nabi.html