26 Aralık 2014 Cuma

FATİH SULTAN MEHMED'İN ADALET ANLAYIŞI-VİDEO


FATİH SULTAN MEHMED'İN ADALET ANLAYIŞI





FATİH SULTAN MEHMED'İN ADALET ANLAYIŞI



İşte, Fatih Sultan Mehmet, işte İstanbul'da bir Rum;


Fatih Sultan Mehmet talepte bulunuyor, diyor ki:


"Orada cami yapacağım, arazini bana satmanı istiyorum."


Biliyorsunuz her arazinin bir rayiç bedeli vardır; yani o çevrede o arazinin ne kadar para ettiği aşağı yukarı herkes tarafından bilinir. Alt hududu bir de üst hududu vardır. Fatih Sultan Mehmet, üst hududun iki katını veriyor; ama Rum vermemekle ısrar ediyor. Cami kurulmasına gönlü razı olmuyor. Bir Hıristiyan; bu da onun kabahati değil, içinden gelen şey öyle. Hak sahibi vermezse vermez; ama Fatih Sultan Mehmet'in de kızmış kafası.


"O kadar fazla para verdiğim halde, bu adam vermiyor; demek ki bunu inadından yapıyor; nefsani davranış bu. Ben cami yapacağım, benimki nefsani değil ruhani" diyor.


Alıyor adamın arsasını, bastırıyor; camiyi yapıyor.


Adam perişan. Adamı üzgün gören biri:


"Ya bu kadar üzüntünün sebebi ne?"


Anlatıyor adam derdini "İşte" diyor. "Yapabileceğim bir şey yok ki! Bunu yapan Padişah; daha ötesi yok, onun üstünde kimse yok. O bana bunu yaptığına göre her şey bitti". diyor.


Bizim Osmanlı diyor ki: "Her şey bitmedi, bu memlekette kadılar vardır.Gidersin kadıya, adaletsizliği anlatırsın. Padişah da olsa o hesabı görür". 


"Yani" diyor "ne demek istiyorsun?" (Adam hiç inanamıyor bir defa söylenenlere.) Adamcağız hiç inanamıyor; ama "Hadi gideyim mahkemeye, ben müracaat edeyim." diyor. Kadıya müracaat ediyor.


Gerçekten de Fatih Sultan Mehmet mahkemeye gelince, adamın gözleri hayretten açılıyor. Fatih Sultan Mehmet ayakta; Kadı Efendi oturuyor ve mahkeme başlıyor. Fatih Sultan Mehmet'in, adamın arsasını zorla iktisab etmekten elinin kesilmesi konusunda bir karara varılıyor. Fatih Sultan Mehmet'in eli kesilecek. Ama Osmanlı adaletinde, bir müessese daha var; eğer bir şeyin bedeli ödenirse ve alacaklı taraf, hak sahibi taraf bunu kabul ederse, o ceza düşer. Bu kanun gereğince teklifte bulunuluyor.


Deniyor ki: "Bunun bedeli şu kadar altın, bu kadar altına karşılık, onun elinin kesilmesinden vazgeçiyorsan,, Padişah ödemese bile, onu sana beyt'ül mal öder. Razı mısın?"


Rum, şaşkın şaşkınPadişah'a bakıyor , inanamıyor, sonra "Tabi razıyım. Razı olmaz mıyım? O padişah" diyor.


Adam razı olduktan sonra, Fatih Sultan Mehmet diyor ki :


"Benden beyt'ül mal'ın talebi 200 altın; ama ben 2000 altın vereceğim ve her gün de bir altın daha ödenmesini istiyorum. Senenin 365 günü, her gün bir altın ödenecek bu zata."


Ve mahkeme biter bitmez kadı yerinden kalkıyor, Fatih Sultan Mehmet'in ayaklarının yanına gelip diz çöküyor,


"Padişahım şu ana kadar ben, Allah'ı temsil ediyordum, ben oturuyordum siz ayaktaydınız. Çünkü siz maznun mevkiindeydiniz. Allah'ı temsil eden siz değildiniz. Adaleti veya adaletsizliği temsil ettiğiniz mahkemenin sonunda belli olacaktı. Ben Allah'ı temsil ediyordum; adaletin sahibi bendim o sırada. Şimdi benim görevim bitti. Şimdi bana, sana tâbî olan, senin imparatorluğunun bir kadısı olarak el etek öpmek düşer" diyor. Padişahın eteğini öpüyor ve ondan sonra padişah oturuyor, ötekiler dışarı çıkıyorlar.



14 Aralık 2014 Pazar

Ey insanlar! Sakın bir adamın orucu ve namazı sizi aldatmasın.



Ey insanlar! Sakın bir adamın orucu ve namazı sizi aldatmasın. 


Hac kafilesinden hızlı hareket ederek onlardan önce konaklara giden, buralarda borç parayla ticaret yapan, sonra tekrar hızlı davranıp yine kafileyi geçen bir adam iflas etmişti. Alacaklılar Hz. Ömer r.a.’a başvurduğunda minbere çıkıp, Allah Tealâ’ya hamd ve sena, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e salât ve selamdan sonra şunları söyledi: 


Ey insanlar! Sakın bir adamın orucu ve namazı sizi aldatmasın. Bir kimsenin güvenilir olup olmadığını öğrenmek için konuştuğu zaman doğru söyleyip söylemediğine, kendisine bir şey emanet edildiğinde ona hıyanet edip etmediğine ve zengin olduğunda takvasına bakın.


Bundan sonra, ey insanlar! Cüheyne kabilesinin Üseyfi’si , kendisi hakkında “hacıları geçti, hepsinden önce davrandı” denmesini, dini ve güvenilirliği için yeterli saydı. (Oysa bunun dindarlık ve güvenilirlikle bir ilgisi yoktur.)


Dikkat edin! O borç alarak ticaret yapmış, ancak borcunu ödemek için gerekli ihtimamı göstermemiştir. Şimdi ise borcu, bütün malını götürecek kadar büyümüştür. Kimin onda alacağı varsa yarın sabah bize gelsin, malını aralarında taksim edelim.


Borçtan uzak durun! Zira borcun evveli üzüntü, sonu ise elde-avuçta hiçbir şey kalmamacasına malın elinden alınmasıdır.


(Şerhu’z-Zürkânî ale’l-Muvatta, 4/95.)

9 Aralık 2014 Salı

HZ.ÖMER(r.a)VE YAŞLI KADININ AÇ TORUNLARI



HZ.ÖMER(r.a)VE YAŞLI KADININ AÇ TORUNLARI



Okuyacağınız hikayeyi bize sahabilerin içinde en çok sayıda hadis rivayet etmiş olan İbn-i Abbas anlatmaktadır. 


Karanlık bir geceydi; soğuk ve dondurucu bir kış gecesi. Ayaz insanın iliklerine işliyordu. Halife Hz. Ömer'i görüp onunla biraz konuşmak üzere evden çıktım. Her taraf ıssız ve sessiz, bütün şehir uykularının en derin rüyalarında soluyor olmalı. Sokaklarda in cin top oynuyor. 


Yolumun ortalarına doğru önümde insan olduğunu tahmin ettiğim bir karaltı belirdi. Biraz daha yaklaşınca gerçekten insan olduğunu gördüm. Karşımdaki de verdiğim selamı almak üzere başını kaldırıp yüzünü bana çevirince hayretten şaşakaldım. Çünkü önümde benim ziyaretine koyulduğum Hz. Ömer'den başkası değildi. Gecenin bu saatinde herkes sıcak yatağında mışıl mışıl uyurken koca bir halifenin yapayalnız sokaklarda dolaşmasını bir sebebe bağlıyamıyordum. 


Üstelik bu dondurucu kış gecesinde. Merakımı yenemeyerek, hemen söze başladım; "gecenin bu saatinde yapayalnız niçin dolaşıyorsun?" 


Hz. Ömer (r.a) bana sokularak koluma girdi ve işin yoksa beraber yürüyelim diye teklif etti; "hem sana yürüken niçin yalnız başıma gezintiye çıktığımı da anlatırım" diye ilave etti. Ben "zaten sana geliyordum; biraz görüşür, sohbet ederiz diye düşünmüştüm. Madem ki böyle oldu; gezinirken konuşuruz." cevabını verdim. 


İkimiz birlikte yola koyulmuştuk; benim içim içime sığmıyor, neredeyse meraktan çatlıyordum. Bir aralık soru soran gözlerimi Halife'nin yüzüne diktim; haydi söze başla; anlat bakalım niçin ayazlı bir gecenin bu saatinde tek başına sokaklarda dolaştığını" demek istiyorum. 


Halife Hz. Ömer'de zaptedilmez merakımı anlamıştı. Ama başka meselelerden konuşuyor, fakat bir türlü gecenin bu saatinde niçin dolaşmakta olduğuna lafı getirmiyordu. Birlikte gezinirken her evin kapısı önünde epeyce bir müddet dikiliyor, kulağını kapıya dayayarak içerisini dinliyordu. 


Evlerin kapılarında dikilip içerden bir ses geliyor mu, gelmiyor mu, diye dinleye dinleye sokak sokak Mekke mahallelerini dolaştık. Hiçbir tarafta çıt yoktu, herkes bölünmez uykularının salıncağında soluyordu. Belki de şu koca şehirde gecenin bu saatinde Halife Hz. ömer (r.a) ile benden başka uyanık olan tek kişi yoktu. 


Yavaş yavaş Hz. Ömer'in neden gezintiye çıktığını anlar gibi oluyordum. Anlaşılan şehir halkından herhangi birisinin bir derdi, bir sıkıntısı yüzünden uykusuz kalıp kalmadığını yakalamak istiyordu. Bu yüzden sokak köpeklerine kadar şehrin bütün canlıları sıcak yuvalarında uyurken müslümanların reisi sıfatı ile Hz. Ömer (r.a.) onlara bekçilik ediyor; onların rahatı için uykuyu kendine haram ederek sokak sokak bu ayazda dolaşıyordu. 


Bütün mahalleleri kapı kapı dolaşınca şehrin dışına çıktık. Sağda solda tek tük çadırlar vardı. Onların da kapıları önünde durup ağlama sızlama var mı diye içeriyi dinledikten sonra yolun en ucundaki bir çadıra sıra geldi. 


Diğerlerinde olduğu gibi bu çadırın kapısında da dikilerek içeriyi dinledik; birbirine karışmış durumdan ağlayan çocuk sesleri geliyordu. 


Epeyce dinledikten sonra Hz. Ömer (r.a.) kapıyı vurup selamla birlikte içeriye daldı. Evin içi karmakarışıktı. Durmadan ağlayan çocukların gözleri şişmiş; yüzleri akan yaşların çizgileri ile benek benek kararmıştı. Yaşlıca bir kadın ocağın başına oturmuş hem ateşin üzerinde kaynayan tencereyi karıştırıyor hem de halsizlikten dizinin dibine serilen minicik yavruları susturmaya çalışıyordu. Kadın da bitkin ve halsiz görünüyordu. Bu haline rağmen Hz. Ömer'in (r.a.) selamına gülümser olmasına çalıştığı bir çehre ile aldı. Anlaşılan evine gelenin Halife Ömer olduğunu bilmiyordu. Kim bilir Halife'yi tanımıyordu bile. Zate gecenin bu ilerlemiş saatinde şehir dışındaki bir çadırın kapısını Halife'nin çalacağını kim düşünebilirdi. 


Hz. Ömer (ra.) kendini tanıtamadan tatlı bir dille kadına sordu "valide bu yavrular niye böyle durmadan ağlıyor?" Kadın içini çekerek kısaca "iki günden beri açtılar da ondan" diye cevap verdi. Hz. Ömer (r.a.), "peki niye önlerine yemek koymuyorsun?" diye soracak oldu hıçkırıklar birden kadının boğazına düğümlendi. Durmadan akmaya başlayan gözyaşları arasında bize içini dökmek üzere söze başladı. 


"Oğlum" dedi Halife Ömer'e "sen şu ateşte kaynayanı yemek mi pişiyor sandın; ne gezer!.. Yavruları avutabilmek için çakıl koydum tencereye; durmadan kaynatıyorum. Pişirecek hiçbir şey yok. Bu gördüğün yavrular benim, anasız babasız yetim torunlarımdır. Oğlum, kocam ve kardeşlerimin her biri bir muharebede şehit düştüler. Evin geçimini temin edecek bir erkeğim yok. Ben de hem yaşlı ve hem de kadın halimle halim kalmadı. İşte böyle aç ve perişan kaldık. 


Soylu bir aileden varlık için büyümüş ve yokluk nedir hiç bilmemiş bir kızı olduğum için kimseye gidip halimi anlatmaya, el açıp bir şeyler dilenmeye de yüzüm tutmuyor. Her şeyi bilen yüce Allah (c.c.) bir sebebini yaratıp rızkımızı gönderinceye kadar böyle ağlayıp beklemekten başka çaremiz yok." 


Hz. Ömer (r.a.) kadın dinlerken yanmakta olan bir mumu gibi eriyor, yüzü renkten renge giriyordu. Kadının sözünü bölerek üzgün bir sesle "valide, şehirde oturan müslümanların emirine, Halife Ömer'e neden başvurup durumunu anlatmıyorsun?" diyebildi. O ana kadar kesintisiz olarak gözyaşı döken kadının derin üzüntüsü yerini anlatılmaz bir kin ve kızgınlığa bıraktı. Hiddetten kararan bakışlarını Halifeye dikerek şu sözleri söyledi. 


"Dilerim ki o Halife Ömer daha dünyada iken bulsun Ahirette de elim yakasından kopmasın." Hz. Ömer (r.a.) kekeleye kekeleye "Niçin Ömer'e böyle beddua ediyorsun valide! Onun bu işte günahı nedir?" dedi. Kadın aynı kızgınlıkla bu sözlerin cevabını yetiştirdi: "evladım!.. Ben şu ihtiyar halimle iki günden beri gece gündüz demeyip yetim avuturken o nasıl rahat yatağında uyuyabilir? O, müslümanların reisi, baş bekçisi değil mi? Bizler evvela Allah'a sonra do onun eline emanetiz. Gelip de benim halimi nasıl sormaz. Müslümanların reisi olmayı böyle kolay mı sanıyor!.." 


Hz. Ömer (r.a.) yavaş yavaş dolmaya başlayan göz pınarlarını kadından saklayarak "valide haklısın, doğru söylüyorsun; ama zavallı Halife'nin işi bir iki değil ki. Kimbilir başını kaşıyacak kadar bile boş zamanı yoktur. Hem sen gidip derdini anlatmadıktan sonra o senin halini bilmez ki, diye kadının öfkesini dindirmeye çalıştı. Fakat kadın aynı kızgınlıkla sözlerine devam etti. 


"Madem ki dertlilerin derdini zamanında haber alıp çaresine koşmayacaktı, zamanında niye Halife olmayı, müslümanların başına geçmeyi kabul etti? Böyle çürük bir mazereti hiç dinler miyim ben? Zavallının işi çokmuş!.. Nedir işi yine savaş mı? Yanında inleyenlerin sesine kulak vermez. Şehrinde açlıkla pençeleşen yavrular yaşıyor. 


Halife bunlara göz yumarak uzak diyarlardaki şehirlere gaza, gaza diyerek asker yürütmekle; gencecik delikanlılarımızın kanını yabancı topraklara akıtarak kadınları bırakmayı marifet mi sanıyor? Benim babam, amcam, dayım ve gencecik oğlum hep onun ordularında şehit düşmedi mi? Şimdi kim bilir yine nice kadın ve çocukları kocasız ve babasız bırakıp, aç ve çıplak bir sefaletin kucağına atacak. Böyle dertlerimize yeni dertler eklesin diye mi biz onu başımıza geçirdik?" 


Tam bu sırada çocuklar sözleşmişler gibi hep bir ağızdan yanık sesleri ile ağlaşmaya başladılar. Çocukların bastıran çığlıkları kadının öfkesini bir kat daha arttırdı. Ellerini havaya kaldırarak ve sesinin çıktığı kadar bağırarak sözlerine şöyle devam etti: 


"Bu evdeki canlıların göğüslerinden boşalarak yükselen inilti ve çığlıkları şimşek ve yıldırım eyleyerek Ömer kulunun başına yağdırmasını dilerim. O varsın dul bir kadınla yetim yavruların beddualarını yağmur sansın. Tez elden ona gönlümün dilediği bir bela ver de kıvranırken bizim neler çektiğimizi anlasın. Sen işini bilirsin, yüce Yaradanımız." 


Hz. Ömer (ra.) artık dayanamadı. Dolu dolu olan pınarlarından yaşlar damlamaya başladı. Herkesin durmadan gözyaşı döktüğü bu kederli evde, gözyaşlarını görmelerini istemediği için yüzünü herkesten saklamaya çalışıyordu. Artık orada oturamazdı. Hemencecik yerinden doğruldu. Bitkin bir sesle "valide haklısın sen yine avut çocuklarını ben hemen dönerim" diyerek kapıya doğruldu. Arkasından ben de yürüdüm. Dışarıya çıkınca derin bir soluk çekti ciğerlerine. Kelimenin en geniş manası ile üzgün ve bitkin idi. Yol boyunca ağzından tek kelime çıkmadı. Var gücünü kullanarak hızla yol almaya çalışıyordu. Ona yetişmekte güçlük çekiyordum. Doğruca devlet hazinesine vardık. Halife, bir un çuvalı seçerek bir yana koydu. Benim elime de bir yağ kabı tutuşturdu. 


Vakit geçirmeden koca un çuvalını sırtlanmaya koyuldu. Gözlerime inanamıyordum. Evet bu İslam Devletinin koca reisi un çuvalını sırtına almak üzere idi. Hemen yanına sokuldum; "aman ey mü'minlerin emiri!.. Ne yapıyorsun? Bari müsaade ver de çuvalı ben sırtıma alayım." Hz Ömer (r.a.) hemen sözümü keserek belki bir saatten beri ilk defa ağzını açıp şu sözleri söyledi. "hayır, ey İbn-i Abbas, sevgili dostum!... Değil yorgunluktan yere yığılsam, ölsem bile bırak; yükünü de kendi sırtında götürsün. Bu dünyada yüküne yardım etmek isteyecek öz dostlar bulabilir, fakat her koyunun kendi bacağından asılacağı Ahiret gününde kimse O'nun cezasını paylaşmayacaktır. 


Kadın doğru söylemişti. Ya vakti ile Hilafeti yüklenmemeliydim. Yüklendiğime göre idarem altındaki tek tek her ferdin huzur ve emniyetini düşünmek zorundayım." 


Sevgili dostum, Dicle kenarında otlayan bir koyunu kurt kapsa ilahi adalet onu Ömer'den sorar. Şu yaşlı kadın kimsesiz ve avuttuğu yavrular kimsesiz kalır; sorumlusu Ömer'dir. Bakımsızlık ve sefaletten bir ev çökse vebali Ömer'in omuzlarındadır. Talihsizlik neticesinde yere bir tek damla kan aksa o kan damlası çoşkun bir derya olup dalgaları ile Ömer'i yutar. Kırgın gönüllerin öfke şimşekleri Ömer'in başına boşalır. Bütün matemlerin gözü göze göstermez dumanlarında boğulacak olan da Ömer'den başkası değildir. 


Ömer her derdin devası, her dileğin büyük kapısı ve her lanetin ana ana hedefidir. Yüce Allah'ım aciz bir kul bu kadar ağır ve çeşitli mesuliyet yükünün altından nasıl kalkabilir? Ey Ömer, bu kadar yükün altına girmeyi nasıl kabul edebildin vakti ile... 


Sözünü bölüp bir parça kederini dindirmek istedim ve dedim ki; "o kadar da üzme kendini, ey mü'minlerin emiri... Halifelik yükünü sen üzerine almasan kim bu vazifeyi senin kadar titizlikle yüklenebilirdi. Sen de bütün üstün meziyet ve kabiliyetlerine rağmen nihayet bir insansın. Her yerde vakit geçirmeden kendini gösteren ve yanılmaksızın kılı kırk yaran ilahi adalete ulaşamazsın. Kullara verilen bütün merhametler bir araya getirilerek temiz gönlüne dolsa bile bütün varlıkları kanatları altına alan yaygın ilahi esirgeyicilikle yarışamazsın. 


Ey iyi yürekli Halife!... Sen şüphesiz ki bir melek değilsin, ama adelet ve merhamet kervanının ön safındaki elinde bayrak tutanlardansın. Senin bu erişilmez adaletine kıyamet günü, hem yer, hem gök hemde şu sırtındaki un çuvalı aynı zamanda da ben şahitlik edeceğiz. Şüphesiz ki en büyük şahidin de karanlık gecede kara taş üzerindeki siyah karıncaya kadar her şeyi bilen yüce Allah'ın bizzat kendisidir ne mutlu sana ki fani hayatını böylesine ölmez değerlerin sahibi olmak uğruna harcıyorsun. Ne mutlu biz müslümanlara ki dünyanın başka milletlerini, padişah diye kan içen canavarlar idare ederken, senin gibi ipek yürekli ve geniş görüşlü bir reisin şanlı adalet bayrağı altında gölgelenmenin tükenmez zevkini tadıyor ve bütün dünyaya karşı seninle haklı bir iftihar duyuyoruz." 


Bu sözlerim galiba Halife'nin üzgün gönlüne biraz neş'e vermişti. Ağır çuval yükü altında iki büklüm olmuş bedenine rağmen son gücünü kullanarak yokuşu soluk soluğa çıkıyordu. Damarlarındaki kanı bile donduracak kadar keskin ayaza rağmen alnından ve yüzünden akıp heybetli göğsüne süzülen terlere aldırmıyordu bile. 


Nihayet koca karının çadırına vardı ki nefes nefese içeri girip çuvalı yere bıraktı ve aynı zamanda kendisi de yere serildi; iyice bitmiş, takatinin son damlalarını kullanarak çadıra girebilmişti. Kısa bir dinlenmeden sonra askınlar gibi silkilenerek yerinden doğruldu; tencerede kaynamakta olan çakılları boşalttı. Yerine benim taşıdığım kaptan yağ koydu. Sonra eriyen yağa sırtında getirdiği çuvaldan kendi eli ile un koyarak pişirmeye koyuldu. 


Sönen ateşi kadından çalı çırpı isteyerek kendisi tutuşturdu. Böylece pişirdiği yemeği ayazda çabucak soğutarak yine kendi eli ile kurduğu sofraya koydu. 


Daha sonra anne ve baba şefkatini bile gölgede bırakacak gülümseyen bir yüz ve bal gibi bir sesle iki günden beri boğazlarından aşağıya tek lokma geçirmemiş olan öksüz yavruları yemeğe oturttu; eli tutmayanlara kendi eli ile yemek verdi. 


Günlerden beri kara yaslara gömülmüş olan çadırı bir anda sıcak bir sevincin ışıkları aydınlatmıştı. Ağlamalar susmuş, yaşlar kurumuş; öfke dinmişti. Öksüz yavruların gözleri sevinçten ışıl ışıl parlıyordu. Yaşlı kadıncağız Hz. Ömer (r.a.) sırtında un çuvalı ile içeriye girdiği andan beri şaşkınlıktan sanki dilini yutmuştu, ağzından tek bir kelime bile çıkmadı. 


Fakat karnı doyan öksüz torunlarının neşesi odayı sarınca ağır bir uykudan uyanır gibi silkindi; toplandı ve sevinç gözyaşları içinde kim olduğunu hala bilmediği Halifeye şu sözleri söyledi. "Dilerim ki yüce Allah (c.c.) tez elden seni Hz. Ömer'in Halifelik makamına oturtsun. Oraya Ömer'den çok sen yakışırsın." 


Yaşlı kadının o karşısındakini tanımadığı için söylediği bu sözlere içinden güldüm; yan gözle Ulu Halife'yi aradım; bu akşam belki ilk defa bu sözler üzerine O da aydınlık bir çehre ile gülüyordu. 


Bana yaklaşıp gidelim artık diye işaret ettikten sonra kadına döndü; "Valideciğim... Sen yarın erkenden Halifelik makamına gel; beni orada bul da sana emekli ve yetim maaşı bağlatayım. Şimdilik hoşçakal" dedikten sonra birlikte dışarı çıktı gün ağarmıştı. Müezzinin bütün mü'minleri sabah namazına çağıracak olan gür sesi nerdeyse ortalığı çınlatacaktı. Ulu halife uykusuz kalarak ve terler dökerek vazifesini yapmış insanların gönül huzuru içinde rahattı. 


Bana gelince uykusuz gecemden fazlası ile memnundum. Çok şeyler görmüş, çok şeyler işitmiştim ve çok şeyleri öğrenmiştim. Gördüklerim, işittiklerim ve öğrendiklerim bende ömür boyunca tazelik ve canlılığını yitirmeyecek izler bırakmıştı. Ümit dolu sevinçler içinde Allah Resulü'nün şu sözlerini hatırladım. "Sahabilerimin her biri tek tek gökteki yıldızlar gibidir. Hangisinin peşinden giderseniz hidayetin yolunu bulursunuz." "Ey yüce Allah Resulü!.. dedim içimden" "senin Halifen Ömer'i gördünde mi söyledin bu altın sözleri!... 


O gün kadın, öğleye doğru Halifelik makamına geldi. Ulu Halife zaten daha önce işini maaşa bağlanması için gereken kimselere derhal emir vermişti. Kadın Hz. Ömer'i tanımıştı ama şaşkınlıktan dona kaldığı için dilini döndürüp hiçbir şey söylemiyordu. Ulu Halife onu saygı ile karşılayıp bir yere oturttuktan sonra şöyle dedi: 


"Valideceğim!.. İşin oldu bundan sonra hem kendi adına ve hem de şehit yavrusu öksüz torunlarının her ay emekli maaşını alacaksın. Al bakalım şu ilk maaşın" diyerek bir gümüş kesesini kadına uzattı ve "Artık Ömer'i affediyor O'na ettiğin bedduaları geri alıp hakkını bağışlıyorsun değil mi" diye sözlerini bağladı. 


Akşamdan beri olup bitenleri tümünü iyice anlıyan kadın gayet ciddi bir ifade ile Halife'ye  şu son cevabı verdi; "işte böyle göster adaletini eline bakan bütün müslümanlara karşı." 

5 Aralık 2014 Cuma

Peygamber(s.a.v) kabrine hain teşebbüs.ve Nurettin Zengi Hazretleri.



Peygamber(s.a.v) kabrine hain teşebbüs.ve Nurettin Zengi Hazretleri.



Büyük Selçuklular'ın Halep Atabeyi,Nureddin Zengi, rüyasında Efendimiz’i görür. Hazreti Fahr-i Âlem, Nureddin Mahmud’dan, işaret ettiği iki şahıstan kendisini kurtarmasını istemektedir. Bahtiyar sultan, hemen o sabah yola çıkar, 16 günde Şam’dan Medine’ye ulaşır.



Nureddin Mahmud Zengi (1118-1174), Büyük Selçukluların Halep Atabeyi. Adalet, takva, hayırseverlik ve ileri görüşlülüğüyle iyi bir nam bırakmış ardında. Tarihler onun Müslümanların birliğini sağladığını, Haçlı seferlerine karşı büyük başarılar elde ettiğini, Kudüs’ün Salahaddin Eyyûbî eliyle fethine zemin hazırladığını yazıyor. Tarihçi İbni Esir, önceki sultanların hayatlarını incelediğini, raşid halifeler ve Ömer b. Abdülaziz hariç Nureddin’den daha temiz hayat yaşayan, daha ahlâklı, daha adaletli bir sultana rastlamadığını söylüyor. Bu sebeple kendisine ‘El-Emîru’l-Âdil’ lakabı uygun görülmüş. Genç yaşta ağır bir hastalıktan vefat ettiği içinse ‘Nureddîn-i Şehid’ denilmiş. İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri, Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) ait birkaç saç teli ve tırnağın vasiyeti üzerine vefatından sonra Nureddin-i Şehid’in gözleri ve dudakları üzerine koyulduğunu anlatır. Duaların kabul olduğu mahaller arasında yer alan türbesinin bu sebeple ruhaniyet ile dolduğunu söyler. Evliya Çelebi de Seyahatname’de Nureddin Şehid türbesine giren hastaların şifa bulduklarını kaydeder.



İşte bu zat, hicretten 557 yıl sonra bir akşam âdeti olduğu üzere teheccüd namazını kılar, evradını okur, istirahate çekilir. Rüyasında Resûl-i Müctebâ (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) Hazretleri’ni görür. Sultân-ı Kevneyn, iki şahsı gösterip “Bu ikisine karşı bana yardım et.” buyurur. Nureddin Mahmud b. Aksungur, abdest alıp tekrar yatar, aynı rüyayı görür. Tekrar kalkıp abdest alıp yatar, üçüncü kez aynı rüyayı görür. Sabah olduğunda pek salih bir insan olan veziri Cemaleddin Musulî’yle istişâre edip bin kişilik bir birlikle Medine’ye doğru yola çıkar. 25 konaklık yolu 16 günde aşıp Peygamber şehrine ulaşır. Ravza-i Pâk’i ziyaret eder. Ardından bir ziyafet tertip eder. Bütün Medine halkını davet eder. Maksadı rüyasında gösterilen şahısları bulmaktır. Ziyafete her gelene kendi eliyle para yardımında bulunur. Bütün ahali gelmesine rağmen rüyadaki şahıslar ortada görülmemektedir. Medine’de başka kimse olup olmadığını sorar. Şehirde sultandan yardım almayan sadece iki derviş kaldığını söylerler. Onlar da namazlarını Mescid-i Nebevî’de kıldıktan sonra bütün vakitlerini odalarında ibadetle geçirmektedirler ve ziyafetle, parayla, pulla işleri yoktur.



Koyun postunda kurt


Emîr-i Âdil, ısrar eder, medh ü senâ olunan dervişleri de getirtir. Bakar ki halkın zühd ü salâhlarını medhettiği dervişler, Peygamber-i Ekber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) işaret ettiği zalimlerdir. Ne yaptıklarını sorar. Asla renk vermezler, işlerinin güçlerinin ibadet olduğunu söylerler. Nureddin, yanına vezirini alıp dervişlerin kaldığı odaya gider, yerdeki hasırı kaldırdığında bir tünel ortaya çıkar. Derviş kılıklıları yakalattırır. Yine inkar ederler.



Bir miktar eziyet gördükten sonra hakikati anlatmak mecburiyetinde kalırlar. Medine halkı ise bu sahtekârlar hakkında hüsn-i şehadette bulunduklarından mahcup olur. Meğer o iki şahıs, Mağrip ülkesinden, Endülüs’ten iki Hıristiyanmış. Kendilerine, Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) cesed-i latifini çalıp ülkelerine götürmek karşılığında çok büyük paralar vaat edilmiş. Kabr-i Şerif’e yakın yerde bir odaya yerleşmişler. Gece-gündüz ibadet ediyor görünüp odadan Hücre-i Saadet’e doğru tünel kazmışlar. Geceleri kazdıkları toprakları torbalara doldurup gündüz ziyaret perdesi altında gittikleri Baki kabristanına boşaltmışlar. Kabr-i Saadet’e yaklaştıklarında gökyüzünde beliren şimşek ve yıldırımlar kendilerini dehşete düşürmüş. Ertesi sabah da zaten Nureddin Zengî, Medine’ye ulaşmış.



Nureddin-i Şehid, ibret-i âlem olsun diye Hücre-i Saadet şebekelerinin altında, Baki mezarlığına bakan tarafta söz konusu iki şahsın boyunlarını vurdurur. Bir daha benzer teşebbüs olmasın diye Kabr-i Saadet’in dört bir tarafını su çıkıncaya kadar kazdırır. Kazılan hendeklere kurşun döktürüp yer altında bir nevi sur meydana getirtir. Bugün Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) kabri yer üstünde kat kat duvarlar ve parmaklıklar ardında âsûde olduğu gibi yer altından da Nureddin Zengi’nin yaptırdığı kurşun duvarla çevrili.



Rivayet odur ki Nureddin Mahmud, tünel bulunduğunda bir fener uyandırıp içine girer, sonuna kadar ilerler. Kazma işinde Kabr-i Saadet’e ulaşmaya çok az bir yer kalmıştır. Nureddin Şehid’in girmesiyle o kısım da kendiliğinden yıkılır, Âlemler Sultanı’nın (aleyhisselatü vesselam) mübarek elleri âşikâr olur. Nureddin-i Şehid, onları hürmetle öper. Daha sonra yıkılan kısım örtülür. Ne saadet.

3 Aralık 2014 Çarşamba

HZ.ÖMER(r.a) VE HANIMININ ELBİSESİ




HZ.ÖMER(r.a) VE HANIMININ ELBİSESİ


Hz.Ömer(r.a) bir gün eve geldiğinde eşinin yeni aldığı elbisesinin farkına varması için etrafında dönüp durduğunu fark eder, sorar: “Hayrola hanım bu elbiseyi yeni almışsın, ancak ben sana bunun için para verdiğimi hatırlamıyorum.” Eşi “Ya Ömer,doğrudur. Ben elbiseyi bana verdiğin harçlıklardan biriktirip aldım.” deyince, 

Hz.Ömer(r.a),“Ya öyle mi. Demek ki ben fazla maaş alıyorum. Yarın gidip maaşımda indirip yapılmasını teklif edeyim.” der. Günümüzde böyle devlet adamı bulunur mu?

Hz.Ömer’in oğlu Abdullah bir deve satın alır.



Hz.Ömer’in(r.a) oğlu Abdullah bir deve satın alır. 


Hz.Ömer’in(r.a) oğlu Abdullah bir deve satın alır. Deveyi devletin develerini güden çobana verir. Devletin otlaklarında deve yer, içer, iyice semirir. Bir gün Abdullah satılması için pazara götürür. 


Hz.Ömer(r.a) deveyi pazarda görür, kimin olduğunu sorar. “Oğlunun” derler. Canı sıkılır. Oğlunu çağırır deveye nasıl sahip olduğunu ve nasıl böyle semirdiğini sorar. Oğlu, olanları anlatır. Bunun üzerine Hz.Ömer(r.a): “Vay, ne güzel. Hem halife oğlu olasın, hem böyle iş edesin. Deveni devlet çobanı otlatsın, devlet otlaklarında otlatılsın, satınca da kârı senin olsun. Olmaz böyle şey. Git deveyi sat. Deveyi aldığın tutarı sen al, gerisini götür, devlet hazinesine teslim et.” der.

HZ.ÖMER(r.a) VE DEVLETİN BALI


HZ.ÖMER(r.a) VE DEVLETİN BALI


Bir defasında Hz.Ömer(r.a) hastalanır. Doktorlar şifa için bal yemesini tavsiye ederler. O mevsimde çarşıda pazarda bal satılmaz. Ancak devletin depolarında çok miktarda bal vardır.

Hz.Ömer(r.a) ,bu balı sağlığı için kullanabilmek adına camiye gider, halkı toplar, tedavisi için hazineden bir miktar bal almasına izin verilmesini rica eder. 

İzin verilince bir miktar bal alıp tedavi olur. Hz.Ömer(r.a)  bu davranışıyla devlet başkanının devlet hazinesinden bir şey alamayacağını göstermek ister.

Köle Çobanın Hz.Ömer’e Cevabı.



Köle Çobanın Hz.Ömer’e Cevabı.


İslâm tarihi ve literatürü ibretli kıssalar, hikmetli sözler ve asil ahlâk tablolarıyla doludur. Okunması ve hafızada kalması kolay, kısa fakat muhtevası değerli bu hoş misal ve menkıbeleri sağlam kaynaklardan toplayarak zaman zaman okuyucularımıza sunmak istiyoruz. Dileriz ki ibret alınmasına, hayat ve davranışlarımıza ışık tutmasına sebep olur. İşte bunlardan biri:


Abdullah b. Dînâr radıyallâhu anh şöyle rivayet eder:


Halife Hz. Ömer radıyallâhu anh ile beraber Mekke-i Mükerreme’ye doğru yola çıkmıştım. Yolculuğumuz esnasında dağdan bize doğru bir çoban inip geldi. Bizleri hiç tanımıyor ve lalettayin yolcular sanıyordu. Hz. Ömer radıyallâhu anh denemek kastıyla ona dedi ki:


“Ey çoban! Bana bu sürüden bir koyun satsana.”


Çoban derhal şöyle cevap verdi:


“Ben bir köleyim.” (Bu sürünün sahibi ben değilim. Efendim beni bu sürüyü korumam ve otlatmam için vazifelendirdi, satmak için selahiyetim yoktur.)


Hz. Ömer denemesine devam ederek ona şöyle karşılık verdi:


“Satarsın, sonra da efendine bana sattığın koyun için ‘Kurt kapıp yedi.’ deyiverirsin olmaz mı?”


Böyle bir yalanla efendisini aldatmak saf ve temiz çobanın iman anlayışına uygun değildi. Bu sebepten kısa fakat özlü bir soru ile karşılık verdi.


“Fe eyne Allah!” (Yani efendime böyle dersem Allah nerede kalır?!! O her yerde hâzır ve nâzır değil mi, her şeyi görmüyor, bilmiyor mu; kulları aldatsak bile O’nu aldatmak mümkün mü? Emanete hıyanet eder ve yalan söylersek bizim Allah inancımız nerede kalır!?)


Hz. Ömer bu halisâne cevaptan çok memnun oldu, duygulanıp ağladı. Sonra bu dürüst köleyi efendisinden satın alarak âzat eyledi.Ve köleye şöyle dedi:


“Verdiğin cevap işte seni kölelikten kurtardı, âzat edilmene sebep oldu. Umuyorum ki âhirette de cehennemden kurtulmana vesile olur.”


Bu küçük rivayet, İslâm’ın o çağdaki canlılığını, halkı nasıl derinden etkilediğini gösteren güzel bir misaldir. Anlaşılıyor ki ihlas, takva ve samimiyet, cemiyetin her tabakasına yayılmış kölenin ve dağdaki çobanın bile tabii sıfatı haline gelmiştir.


Halk böyle iken devlet büyükleri de Allah korkusunu, iman rikkatini muhafaza etmiş haiz olduğu makam, şöhret ve maddî imkânlar sebebiyle şaşırıp şımarmamıştır. Onların kalbini dünya sevgisi ve âlâyişi sarıp katılaştırmadığı için imanın heyecan ve hassasiyeti devam etmiştir. Halife Hz. Ömer’in karşılaştığı bu asil hareket karşısında duygulanıp gözyaşı dökmesi bunun delilidir. İyi ve temiz kimselerin taltif edilerek mükâfâtlandırılması ancak iyi idarenin ve başarılı yöneticinin bir özelliğidir. Şu söz unutulmamalıdır ki “Ancak kadir bilinen yerde, kadri bilinecek insanlar çoğalır.”



28 Kasım 2014 Cuma

Hz.MUS'AB BİN UMEYR(r.a)







Hz.MUS'AB BİN UMEYR(r.a)


İslâmda ilk öğretmen.


Mus'ab bin Umeyr, hem annesi hem de babası tarafından Kureyş'in asîl ve zengin bir âilesine mensub idi. Zengin oldukları için gâyet râhat bir hayat sürüyordu. Orta boylu, güzel yüzlü, nâzik ve yumuşak huylu, son derece zekî idi. Güzel konuşurdu.


Akl-ı selîm sâhibi olduğundan, putların bir fayda veya zarar veremiyeceğini bilir onlara tapılmasından nefret ederdi. Annesi tarafından en iyi şartlar altında refah ve bolluk içinde yetiştirilmişti.


Güzel yüzlü ve zengin olduğundan Mekke halkı ona gıpta ile bakardı. Peygamber efendimiz bunun için "Mekke'de Mus'ab'dan daha zarîf, daha nârin, daha güzel kimse yok idi. Saçları kıvrım kıvrım idi." buyurmuşlardı.


Dîninden dönmedi


Bütün bu rahatlıklara rağmen kalbinde büyük bir boşluk hissediyordu Mus'ab bin Umeyr. Bu maksatla sevgili Peygamberimizin bir merkez olarak seçtiği, İslâmı anlattığı ve o zaman Mekke'de müslümanların toplandığı Erkam bin Ebi'l-Erkam'ın evine gitti. Resulullahı görür görmez Müslüman oldu.


İslâmiyeti kabûl ettiği an hayatı da birdenbire değişti. Eski servet ve zenginliğin yerini fakirlik aldı.


Âilesinin sevgili oğullarına yapmadığı eziyet kalmadı. Onu dîninden döndürmek için evlerindeki bir mahzene hapsederek günlerce aç ve susuz bıraktılar. Arabistan'ın yakıcı güneşi altında ağır ve tahammülü zor işkenceler yaptılar.


Fakat Mus'ab bin Umeyr, bu ağır ve acımasız işkenceler karşısında sabır ve sebât göstererek aslâ İslâmiyetten dönmedi. Her seferinde bütün gücüyle haykırıyordu: 


- Allahtan başka tapılacak, ibâdet edilecek ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm O'nun peygamberidir.


İslâmiyet'i kabûl ettikten sonra Mekke'de sıkıntı ve işkencelere mâruz kalan Mus'ab bin Umeyr, Resûlullahın izniyle iki defa Habeşistan'a hicret etti. Bir müddet orada kalıp, her türlü sıkıntıya katlandı.


Daha sonra dönüp, Peygamberimizin yanına geldi. Onun bu gelişini Hazret-i Ali şöyle anlatmıştır:


Resûlullah ile oturuyorduk. Bu sırada Mus'ab bin Umeyr geldi. Üzerinde yamalı bir elbiseden başka giyeceği yoktu. Resûlullah onun bu hâlini görünce, mübârek gözleri yaşla doldu ve:


- Kalbini Allahü teâlânın nûrlandırdığı şu kimseye bakın! Anne ve babası onu en iyi yiyecek ve içeceklerle besliyorlardı. Allah için bunların hepsini terk etti. Allah ve Resûlünün sevgisi, onu gördüğünüz hâle getirmiştir, buyurdu.


İlk öğretmen


Birinci Akabe bî'atında Müslüman olan Medîneliler, Resûlullah efendimize: 


"Yâ Resûlallah! İçimizde, İslâmiyet açıklandı ve yayılmaya başladı. Halkı Allahın Kitâbına da'vet edecek, Kur'ân-ı kerîmi okuyacak, İslâm dînini anlatacak, İslâmın sünnet ve emirlerini aramızda ikâme edecek, yerleştirecek, namazlarımızda bize imâmlık yapacak bir kimse gönder" diye mektup yazdılar.


Bunun üzerine Resûlullah efendimiz Mus'ab bin Umeyr'i, Medine'ye gönderdi ve ona: 
"Medînelilere Kur'ân-ı kerîm okumasını, İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğretmesini, namazlarını kıldırmasını" emretti.


Mus'ab bin Umeyr kısa zamanda Medîne'ye vardı. Orada kendisini büyük sevinçle karşıladılar. Es'ad bin Zürâre'nin evine yerleşti. Ev sâhibi Medîneli ilk Müslümanlardan idi. Orada insanlara dinlerini öğretmeye başladı.


Mus'ab bin Umeyr'in büyük gayretleri ve hizmetleri netîcesinde İslâmiyet, Medîne'de sür'atle yayıldı. Öyle ki, İslâmiyet her eve girmiş, îmân etmeyen kalmamıştı.


Mus'ab bin Umeyr, Medîne'de Es'ad bin Zürâre'nin evinde Kur'ân-ı kerîm öğretiyor ve İslâmiyet'i anlatıyordu. Onun bu hizmetiyle Medîne'de çok kimse Müslüman oldu. Medîne'de bulunan kabîle reîslerinden Sa'd bin Muâz, Üseyd bin Hudayr henüz Müslüman olmamışlardı. Bunların durumu çevreyi etkiliyor, İslâmiyet'in hızla yayılmasını engelliyordu.


Bir gün Mus'ab bin Umeyr, bir bahçede, etrâfında bulunan Müslümanlara dîni anlatıyor, sohbet ediyordu. Bu sırada Evs kabîlesinin reîslerinden olan Üseyd, elinde mızrağı olduğu hâlde hiddetli bir şekilde gelip, şöyle konuşmaya başladı:


Sözümüzü dinle

Siz bize niçin geldiniz, insanları aldatıyorsunuz? Hayâtınızdan olmak istemiyorsanız buradan derhâl ayrılın!


Onun bu taşkın hâlini gören Mus'ab bin Umeyr; 
- Hele biraz otur! Sözümüzü dinle. Maksadımızı anla, beğenirsen kabûl edersin. Yoksa engel olursun, diyerek gâyet yumuşak ve nâzik bir şekilde karşılık verdi.


Üseyd sâkinleşip; 
- Doğru söyledin, dedi ve mızrağını yere saplayarak oturdu.
Mus'ab bin Umeyr ona İslâmiyet'i anlattı ve Kur'ân-ı kerîm okudu. Kur'ân-ı kerîmin eşsiz belâgatı ve tatlı üslûbunu işiten Üseyd kendini tutamayıp; 


- Bu ne kadar güzel, ne kadar iyi bir sözdür. Bu dîne girmek için ne yapmalı, diye sordu.
Güzel yüzlü, tatlı dilli öğretmen cevap verdi: 
- Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah demek kâfidir.


Mus'ab bin Umeyr'in, bu sözü üzerine Kelime-i şehâdeti söyleyip Müslüman olan Üseyd, sevincinden yerinde duramadı ve: 
- Ben gidip arkadaşlarıma da anlatayım, diyerek ayrıldı.


Evs kabîlesinin reîsi Sa'd bin Muâz'ın ve kabîlesinin yanına varınca, Müslüman olduğunu söyledi.


Bunu gören Sa'd şaşırarak hiddetlendi ve Mus'ab bin Umeyr'in yanına koştu. Yanına varınca sert ve kızgın bir tavırla konuşmaya başladı.


Mus'ab bir Umeyr, ona da gâyet yumuşak konuştu ve oturup biraz dinlemesini söyledi. Sa'd, bu nâzik konuşma karşısında yumuşayıp oturdu ve konuşulanları dinlemeye başladı.


Mus'ab bin Umeyr, ona da İslâmiyet'i anlattı ve Kur'ân-ı kerîmden bir miktâr okudu. Kur'ân-ı kerîm okunurken Sa'd'ın yüzü birden bire değişiverdi. O da orada Müslüman oldu. Kendinde duyduğu üstün bir hâlin ve râhatlığın şevkiyle derhâl kavminin yanına gidip onlara şöyle dedi: 
- Ey kavmim beni nasıl biliyorsunuz?


İlk cuma namazı


Sen bizim büyüğümüz ve üstünümüzsün. 
- Öyle ise Allah'a ve Resûlüne îmân etmelisiniz... Îmân etmedikçe sizin erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana harâm olsun.


Bunun üzerine kavmi hep birden İslâmiyeti kabûl etti. O gün kabîlesinden îmân etmedik kimse kalmadı.


Ensâr-ı kirâm , Resûlullahdan izin alarak Sa'd bin Heyseme'nin evinde ilk defâ Cum'a namazını edâ ettiler. Medîne-i münevverede ilk kılınan Cum'a namazı bu oldu.


Mus'ab bin Umeyr, Müslüman olan Medîneli müslümanlar ile ikinci Akabe bîatında bulundu. Bedr savaşında sancaktâr olup, büyük gayret ve kahramanlık gösterdi. Süveyd bin Harmale ile birlikte Abdüddâroğullarından Bedir savaşına katılan iki kişiden biri idi. Mus'ab, Uhud savaşına da katıldı. Yine sancağı o taşıyordu.


Bu savaşta Peygamberimizin yanından ayrılmayarak saldıranlara karşı koyuyordu. İki zırh giyinmişti. Bu hâliyle Peygamberimize benziyordu.


Peygamberimize benziyordu


Müşrik ordusundan İbn-i Kâmia adında biri Peygamberimize saldırırken, Mus'ab bin Umeyr onun karşısına çıktı. Bu müşrik, bir kılıç darbesiyle Mus'ab bin Umeyr'in sağ kolunu kesti. Mus'ab bunun üzerine sancağı derhâl sol eline aldı.


Mus'ab o esnâda; "Muhammed (aleyhisselâm) ancak resûldür. Ondan evvel daha nice peygamberler gelip geçmiştir" meâlindeki Al-i İmrân sûresinin 144. âyet-i kerîmesini okuyordu. İkinci bir darbe ile sol kolu da kesilince, sancağı kesik kollarıyla tutup göğsüne bastırdı ve yine aynı âyet-i kerîmeyi okudu. Bu hâliyle kendini Peygamberimize siper yapan Mus'ab bin Umeyr'in üzerine hücum eden İbn-i Kâmia, vücûduna bir mızrak sapladı ve Mus'ab bin Umeyr yere yıkılıp şehit oldu.


Mus'ab bin Umeyr zırh giydiği zaman, Peygamberimize benzediği için müşrikler onu şehit edince Peygamberimizi öldürdüklerini zannetmişlerdi.


Hazret-i Mus'ab şehit olunca; onun sûretinde bir melek, sancağı aldı. Mus'ab'ın şehit düştüğünden Resûlullahın henüz haberi olmamıştı. "İleri ey Mus'ab ileri!" diye sesleniyordu. Bunun üzerine bayrağı elinde tutan melek, geri dönüp Resûlullah efendimize; "Ben Mus'ab değilim" diye cevap verince, Resûlullah sancağı elinde tutanın melek olduğunu anladı. Bundan sonra Peygamberimiz sancağı Hazret-i Ali'ye verdi.


Resûlullah efendimiz, Mus'ab bin Umeyr'i şehit olmuş görünce, başı ucuna dikilerek Ahzâb sûresinden:
"Mü'minlerden öyle yiğitler vardır ki, onlar Allah'a verdikleri sözde sadâkat gösterdiler. Onlardan bâzıları şehit oluncaya kadar çarpışacağına dâir yaptığı adağını yerine getirdi. Kimisi de şehit olmayı bekliyor. Onlar verdikleri sözü aslâ değiştirmediler" meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu ve sonra şöyle buyurdu: 


- Allah'ın Resûlü de şâhittir ki, siz kıyâmet günü Allah'ın huzûrunda şehit olarak haşrolunacaksınız.


Selâm vereceklerdir

Daha sonra yanındakilere dönüp; 
- Bunları ziyâret ediniz. Kendilerine selâm veriniz. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, kim bunlara bu dünyâda selâm verirse, kıyâmette bu aziz şehitler kendilerine mukâbil selâm vereceklerdir, buyurdu.


Daha sonra Mus'ab bin Umeyr'e kefen olarak bir şey bulunamamıştı. Mekke'nin en zengin iki ailesinden birinin çocuğu olan Mus'ab bin Umeyr'in örtünecek kefeni yoktu. Vücûdu hırka ile ve ayak tarafı da otlarla örtülmek sûretiyle defnedildi.


Habbâb bin Eret der ki: 

Mus'ab bin Umeyr, Uhud'da şehid edilince, kendisini saracak kısa bir hırkadan başka bir şey bulunamadı. Hırkayı baş tarafına çektik, ayakları açıldı. Ayaklarına çektik, baş tarafı açıldı.


Resûlullah bize: 

- Onu baş tarafına çekiniz! Ayaklarını otlarla kapatınız! buyurdu.

26 Kasım 2014 Çarşamba

KARUN'UN SARAYI VE HAZİNELERİYLE BİRLİKTE YERE BATMASI



KARUN'UN SARAYI VE HAZİNELERİYLE BİRLİKTE YERE BATMASI



Kur'an'da Kârûn'dan Kasas, Mü’min ve Ankebût Sûrelerinde bahsedilir. İsrailoğulları'ndan olduğu ve çok zengin olduğu söylenir. 


Kur'an'da serveti "Biz ona, anahtarlarını (bile taşımanın) güçlü bir topluluğa ağır geleceği hazineler verdik." şeklinde tanımlanır. Serveti ile böbürlenir ve "Bunlar bana bendeki bilgi ve beceriden dolayı verilmiştir," der. Mûsâ'nın mucizelerine inanmaz,onu yalancılıkla ve sihirbazlıkla suçlar. Bunun sonucunda Allah tarafından -Firavun ve Hâmân gibi- helak edilir.


Hz. Musa Aleyhisselâmın, hem amca oğlu, hem de eniştesi olan Kâarun, önceleri Musa Aleyhisselâma iman ediyordu. Gündüzleri oruç tutar ve geceleri de namaz ile meşgul olurdu. Ve lâkin çok fakir ve ehl-i iyaline bakmakta zorluk çekerdi. Hak Celle ve Âlâ Hazretleri Musa Aleyhisselâma Tevrat'ı şerifi altun ile yazmasını emir buyurunca, Hz. Musa:
 - Ya Rabbî, halimi biliyorsun, ben fakirim diye tazarrû etti.


Bunun üzerine Cenabı Hak Hz. Musa'ya simya ilmini öğretir ve Hz. Musa da o emri yerine getirir. Daha sonra Hz. Musa Aleyhisselâm Kâarun'un fakirliğini ve ehl-i iyalinin çekmekte olduğu sıkıntıyı düşünerek, hem bedenî hem de mâlî ibadetini yerine getirip ecir sahibi olmasını düşünerek O'na da simya ilmini öğretir.


Kâarun ilm-i simyayı öğrenir öğrenmez, kâr-ı ibadet bu imiş diyerek nihayetsiz mal sahibi oldu. Bir rivayette, hazinelerinin anahtarlarını 70 ve diğer bir rivayette 100 deve götürürdü. Mücahid (R.A. da derki, her bir anahtar ile 70 hazine kapısı açılırdı.


Kâarun her hangi bir yere gidecek olsa, altun elbiseli ve altun lalıçlı 1000 erkek ve 1000 kadın dört bir tarafında giderlerdi. Velhasıl Benî İsrail iki kısmı olup, bir kısmı Musa Aleyhisselâmın, bir kısmı da Kâarun'un taraftarı idiler.


Bu hal içerisinde Kâarun, nafile ibadetleri bırakmış ve farzları da acele kılmaya başlamıştı.


Nihayet Kâarun'un zekat vermesi hakkında vahy-i ilâhî gelir ve Hz. Musa Aleyhisselâm bunu Kâarun'a tebliğ eder. Kâarun malının zekâtını hesab edince, bakar ki çok büyük bir yekûn tutuyor. Kalbi dünya sevgisine meyleder ve muhabetullah gider. Bir türlü o zekâtı veremez.


Hz. Musa Aleyhisselâm, O'na giderek, emr-i ilâhîye itaat etmesini, dünya sevgisini Hz. Allah'ın muhabbetine tercih etmemesine dâir pek çok nasihat eder. Fakat Kâarun bunlara hiç kulak vermez. Hatta Hz. Musa Aleyhisselâma buğzederek, haşa iftira etmeyi tasarlar. Ve:


 - Ya Musa, Mısır ehlini toplayalım ve o cemaat içinde seninle bahis edelim. Eğer açık delil ile bana gâlib olursan, malımın zekâtını veririm. Ve eğer ben sana gâlib olursam, sen de bundan sonra peygamberlik davasından vazgeçip bir köşeye çekilirsin, der.


Kâarun hemen güzel bir fahişe kadını kandırarak, Hz. Musa ile mübahese edeceğimiz mecliste bulunup, cemaat içinde «Ya Musa, benimle filan vadide zina etmedin mi? Hatta üzerimdeki çocuk da senindir.» dersen, sana o kadar çok mal veririm ki, ölünceye kadar sana ve evladına yeter, diyerek kadını kandırır ve razı eder.


Ertesi günü Mısır ahalisi, Kâarun'un geniş olan evinde toplanırlar. Hz. Musa Aleyhisselâm da gelir. Cemaat Hz. Musa Aleyhisselâmdan biraz vaaz etmelerini arzu ederler. O da bir kürsü üzerine çıkarak vaaz etmeye başlar. Vaazının bir yerinde Şöyle buyurur:


 - Bir kimse hırsızlık yaparsa elini keserim. Bir kimse eşkıyalık yapsa, başını keserim ve bir kimse evli olup zina etse taşlayıp helâk ederim.


Hemen dinsiz Kâarun ayağa kalkar ve «Ya Musa, sen de zina etsen ne yaparsın?» deyince, Hz. Musa Aleyhisselâm da «Eğer ben de (haşa) zina etsem, Cenabı Hak'kın emri bana bile böyledir.» der.


Bu arada, akılsız Kâarun o fahişeye işaret edip «Ya Musa senin zina ettiğine dâir, benim şahidim vardır. Zira şu kadın bana söyledi ki, sen bununla filan vadide zina etmişsin. Hatta karnındaki çocuk da senden imiş, diyerek, Hz. Musa'yı halk arasında mahcub etmek düşüncesi ile, o fahişeyi ayağa kaldırır. Ve ey kadın söyle ki bütün insanlar duysun,» der.


O kadın da söz verdiği gibi yalan ve iftiraya başlayacağı sırada, Cenabı Hak, O'nun lisanını döndürüp, iftira edeceği yerde şöyle anlatır:


 - Ey Benî İsrail! Doğrusu Hz. Musa'nın bu işten haberi yoktur. Kâarun'un söylediği yalan ve iftiradır. Zira Kâarun, beni çağırıp bir Çok mal vadederek, bu yolda Hz. Musa'ya iftira etmemi tembih etti. Halbuki Hz. Musa, Kalîmullah'tır. Öyle bir zata böyle bir adiliği isnad etmeye Allah'tan korkarım.


Bunun üzerine Hz. Musa Aleyhisselâm gayretüllah ile gadablanıp:


 - Ey Allah düşmanı: Bu iftiradan muradın nedir? Beni mahcub edip, Cenabı Hak'kın emri olan zekâtı vermemek midir? der ve kendi hanelerine döner. Secdeye varır ve münacât ederek «Ey bütün gizliliklere ve sırlara vakıf olan Rabbim! Kâarun'un iftirasını sen bilirsin, gayret senindir, der ve O'nun aleyhine dua eder. O anda Hz. Cibril gelerek:


 - Ya Musa! Hz. Allah, Kâarun'un helaki için yeri emrine âmâde kıldı, diye haber verir.


Hz. Musa Aleyhisselâm kalkar ve doğruca Kâarun'un yanına gider. Kâarun melun, yüksek bir sedir üzerinde gurur ile oturmaktadır. Hz. Musa Aleyhisselâm asasını yere vurur ve «Yut» diye yere işaret eder. O anda yer Kâarun'un sedirini yutar ve melun üzerinden sıçrar. Tekrar «Ya yer yut» diye emredince, Kâarun'un dizlerine kadar yutar. Kâarun «Aman ya Musa!» diye yalvarmaya başlar. Fakat Hz. Musa asla iltifat etmez. Tekrar «Ya yer yut!» deyince, yer Kâarun'u ve kendisine tâbi olanları, bütün mal ve evladı ile beraber hepsini yutuverir.


Başka bir rivayette de, Hz. Musa'ya o iftirayı edip 4 bin adamı ile beraber sahraya çıkmıştı. Hz. Musa Aleyhisselâm, melunu yakalaması için yere emretmesiyle yer bir anda hepsini yutar. Hz. Musa Kâarun'un yalvarışlarına asla iltifat etmez.


Allahu Teâlâ Hazretleri «Ya Musa! Kâarun ve adamları senden dört defa yardım istediler. Kabul ve afvetmedin. Eğer ben azîmüşşana bir kerre, aman ya Rabbi, demiş olsalardı, hepsini afvederdim» buyurur.


Bunun üzerine Benî İsrail arasında, haşa Hz. Musa, Kâarun'un malına ve hazinelerine tama ederek O'nu yere geçirdi diye bir takım lakırdılar ettikleri için, Hz. Musa Aleyhisselâm yere tekrar «Yut» diye emredince, bu defa yer bütün mal ve hazinelerini de yutar.


Ehl-i işaret, Kâarun'un helakine sebeb üç şeydir, demişler. Birisi, dünya sevgisi. İkincisi, emr-i lâhîye muhalefetle zekâtı vermemesidir. Üçüncüsü de Hz. Musa Aleyhisselâma iftira etmiş olmasıdır.


Bir adama dünya teveccüh etse, fakir ve zayıflara ihsan etmekle malı eksilmez. Belki kat kat artar. Bir kimseden dünya yüz çevirse, o kimse dünyaya ne kadar hırsla sarılsa, yine de iki yakasını bir yere getiremez ve belki perişan olur.


Bu bakımdan kişi, az çok ne ise Cenabı Hak'kın ihsan ettiğine razı olup şükretmesi lâzımdır


Kaynak:  İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi 


http://www.biriz.biz/hikaye/dh103.htm

http://biriz.biz/hikaye/index.htm

24 Kasım 2014 Pazartesi

"Ya Ömer istemezmisin dünya onların,ahiret bizim olsun."

"Ya Ömer istemezmisin dünya onların,ahiret bizim olsun."

Hz.Ömer ve efendimizi hasırın üzerinde uyurken gördü ve ağladı.

Peygamber efendimiz(s.a.v) sordu. "Neden ağlıyorsun?" 

Hz.Ömer: 
"Nice insanlar yumuşak döşeklerde,zenginlik içinde. Sizki Allah (cc) en sevgili kulu hasırın üzerinde uyursunuz." 

Peygamber efendimiz(s.a.v) derki: "Ya Ömer istemezmisin dünya onların,ahiret bizim olsun."


19 Kasım 2014 Çarşamba

"ELBİSENİN HESABINI VER YA ÖMER!"



"ELBİSENİN HESABINI VER YA ÖMER!"


Hz. Ömer (r.a.) bir gün hutbe esnasında, “Ey insanlar, dinleyin ve itaat edin!” dedi. 


Bunun üzerine bir sahabi hemen yerinden fırlayarak:“Ne dinler, ne de itaat ederiz!” dedi.


Yaklaşık 4 milyon km2’lik İslam Devletinin yöneticisi olan Halife ona neden böyle cevap verdiğini sorunca o zat Hz. Ömer’in üzerindeki yeni elbiseye işaret ederek: 


“Yâ Ömer! Giymiş olduğun bu elbisenin hesabını vermedikçe seni dinlemeyecek ve sana itaat etmeyeceğiz!” dedi ve devam etti: 

“Beytülmâlden sana da, banada aynı kumaş düşmüştü. Ben kendi hakkıma düşen miktardan bir elbise yaptıramadım. Ama görüyorum ki sen kendine bir elbise yaptırmışsın. Bu nasıl oldu?”


Adalet timsali Hz. Ömer hiç bir söz söylemeden eliyle oğlu
Abdullah’a işaret ederek: “Kalk oğlum, bu elbisenin hikayesini
anlat!” dedi. Bunun üzerine Abdullah ayağa kalkarak şöyle dedi:

“Bana da, babama da birer parça kumaş düşmüştü. Ben hakkımı ona verdim. Şu anda üzerinde gördüğünüz elbise ikimizin hakkından meydana gelmiş bir elbisedir.”


Bu cevapla rahatlayan sahabi,“Konuş ey Allah’ın Peygamberinin Halifesi,şimdi seni hem dinler, hem de itaat ederiz.” dedi.

HZ.EBU ZERR EL GİFARİ VE HZ.MUAVİYE'NİN YEŞİL SARAYI.




HZ.EBU ZERR EL GİFARİ VE HZ.MUAVİYE'NİN YEŞİL SARAYI.


Hz.Ebu Zerr el Gifari’nin doğum tarihi bilinmemektedir.652 yılında, Medine çölü yakınlarındaki El-Rabaza kentinde ölmüştür.Hz.Ebu Zer’in Adıyaman’da makamı vardır. Cesareti, dürüstlüğü ile bilinir ve peygamberimizin(s.a.v) de övgüsünü kazanmıştır. 


Hz.Muaviye kendisine Şam’da görkemli Yeşil Saray inşa eder. 


Hz.Ebu Zer bir gün bu saraya gider.


Hz.Muaviye,Hz.Ebu Zer’e sorar:'Sarayımı nasıl buldun?'


Hz.Ebu Zer:

"Ey Muaviye eğer bu sarayı kendi paranla yaptırdıysan israftır,eğer halkın parasıyla yaptırdıysan ihanettir ve haramdır(Kul hakkına girer).Bunu ancak firavunlar yapar” der.




ROMA İMP.ELÇİSİ,HZ.ÖMER(r.a)'İN SARAYINI SORAR?



ROMA İMP.ELÇİSİ,HZ.ÖMER(r.a)'İN SARAYINI SORAR?


Roma İmparatoru,elçisini,İslam Halifesi Hz.Ömer'e gönderir.

Elçiyi Sahabeler karşılar.Elçi Halifenin Sarayını sorar.

Sahabeler der ki:" Bizim Halife'nin Sarayı yoktur.Kendi küçük evinde oturur."

Elçi şaşırır."Pers İmparatorluğunu dize getiren,Roma İmparatorluğuna kök söktüren koskoca Halifenizin nasıl olurda Sarayı olmaz?"der.



MESNEVİDE BU OLAY NASIL ANLATILIYOR?


Halifeler döneminde, dünyanın büyük bir bölümünü hâkimiyeti altında bulunduran Roma İmparatorluğu’ndan Medine şehrine bir elçi gönderildi. Günler süren yolculuktan sonra Medine’ye yorgun bir şekilde ulaşan elçi, halifenin sarayını sordu. Eşyasını indirip atını dinlendirmek istiyordu. Zafer üstüne zaferler kazanan, adaleti ile dillere destan olan bu büyük yöneticinin, görkemli bir sarayı olması gerektiğini düşünen elçi halka sarayın yerini sordu. Medine halkı elçiye, ”Halifenin dünyalık sarayı yoktur ama çok aydınlık bir gönül sarayı vardır. Her ne kadar adı halife ve emîr olarak dünyaya yayılmışsa da o garip bir derviş gibi küçük bir evde oturur” dediler. Daha önce hiç işitmediği sözleri duyan Romalı elçinin, Hz. Ömer’i görme merakı iyice arttı. Atını ve eşyasını bir kenara bırakıp, büyük insanı bir an önce görme sevdasına kapıldı. Onun yabancı olduğunu ve Hz. Ömer’i aradığını anlayan bir bedevî kadın eliyle bir hurma ağacını göstererek, ”İşte şu hurma ağacının altında yatan Hz. Ömer’dir” dedi. Elçi, gösterilen ağaca yaklaştığında heyecandan titremeye başladı. Orada uyuyan kişinin heybetinden etkilenmiş ve gönlü bir hoş olmuştu. Sevgi ve korku gibi birbirine zıt iki duygunun gönlünde belirdiğini hissetti. Şaşkın bir durumdaydı. Kendi kendine, ”Ben şimdiye kadar nice padişahlar gördüm, sultanların huzuruna çıktım, ama hiçbiri beni, bu ağacın altında yatan sıradan görünümlü adam kadar heyecanlandırmadı” dedi. Saygıyla yanına yaklaşarak elini bağlayıp beklemeye başladı. Bir müddet sonra Hz. Ömer uykudan uyandı ve ayağa kalktı. Elçi Hz. Ömer’e saygı gösterip, selâm verdi. Hz. Ömer (r.a) elçinin selâmını aldı. Korkudan yüreği çarpan elçiyi yanına çağırarak sakinleştirdi. Gönlünü alıp neşelendirdi. Karşılıklı konuşmaya başladılar. Hz. Ömer’in içten davranması sohbetlerini koyulaştırdı. Hz. Ömer, dışı yabancı gibi görünen o elçinin içini uyanık ve dost buldu. Onun ruhunun ilâhî sırları arzuladığını sezdi. Elçiye Allah’ın sıfatlarından bahsetti. Sohbet sırasında elçi: ”Ey müminlerin emîri! Ruh, yücelikler âleminden yeryüzüne nasıl indi? Sonsuzluklar âleminde özgür iken, ten kafesine neden girdi?” Hz. Ömer: ”Hak ruha efsunlar okudu, kıssalar söyledi, ruh da ilâhî emirle büyülendi. Bazı şeyler maddîleşince anlam kazanır. Örneğin, yağmur damlaları sedeflerin içinde inci olur. Kan damlaları ceylanın karnında misk kokusuna dönüşür. Ekmek sofrada cansızken, insan vücudunda neşeli bir ruh kesilir.” Elçi bu cevap karşısında zihnindeki bütün s ı k ı ntılardan kurtulduğunu, ruhunun hafiflediğini hissetti. Asıl olanın ne olduğunu keşfetti. Fakat böyle büyük bir kaynağı bulmuşken bırakmak istemedi. Faydalanmak için sormaya devam etti. ”Duru ve berrak bir su gibi olan ruhun, bulanık bir yer gibi olan cesette hapsedilmesinin hikmeti nedir?” Hz. Ömer: ”Ses ve sözle ilgisi olmayan mânayı neden kelimelerle ifade ediyorsak, neden yazıya döküyorsak, ruh da bu yüzden beden denilen kalıba sokulmuştur.” Sorduğu sorulara aldığı cevaplar, elçiyi mâna kadehinden içki içmiş gibi mest etti. Kendinden geçirdi. Getirdiği haberi de ne için geldiğini de unuttu.

Allah’ın büyüklüğüne, gücüne kuvvetine şaşırıp kaldı. Bu makama ulaşınca da elçiği bıraktı ve mâna âleminin padişahı oldu. Mevlânâ hazretleri, bu kıssada, yaratılışı, varlıkların yaratılışındaki hikmet ve kudreti, yaratılıştaki gelişmeyi, insanın nefsinden geçmemesinin demir zincirlerle bağlanmaktan farksız olduğunu, kendisine has üslûbuyla anlatıyor.

http://cocuk.islamidavet.com/hz-omer-ve-romali-elci.html