31 Aralık 2020 Perşembe

İMAM MI HIRSIZ KUR-AN MI ÖKSÜZ - VİDEO


 

HZ.HIZIR VE ÖLÜM MELEĞİ


 HZ.HIZIR VE ÖLÜM MELEĞİ


Günlerden bir gün oturmuş, ALLAH'ı Zikretmekle meşgul Hızır (a.s.)ın canını almak için yanına Ölüm Meleği Azrail (a.s) gelir. Hz. Hızır (a.s) durumu anlayınca hüngür hüngür ağlamaya ve çırpınmaya başlar. Bir ALLAH dostunun ölüm karşısında gayet metin ve soğukkanlı olmasını bekleyen Azrail (a.s)

''Bu ne telaş, bu ne telaş ey!
Hızır, ne kadar yufka yürekliymişsin, ne bu gözyaşları, Ölümden mi, yoksa Dünyadan ayrılacağından mı korkuyorsun'' diye sorunca Hızır ( a.s) Hayır der:
"Tek korkum;

Öldüğümde ALLAH'ı biraz daha fazla Zikretmekten uzak kalışımdır. Çünkü ardımdan insanlar ALLAH'ı anarlarken, bol bol ibadet ve taatte bulunurlarken, ben bu eşsiz zevkten mahrum kalacağım.
Halbuki ben kıyamete kadar ALLAH'ı anmayı ve Ona gece gündüz ibadet etmeyi diliyorum.´

Bunun uzerine ulu
ALLAH (c.c) Azrail (a.s)'a Ey Azrail;
Hızır'ın ruhunu alma. Bırak yaşasın..
Çünkü o yaşamayı kendisi için değil, benim için, beni daha çok anmak için istiyor. Bırakta kıyamete kadar yeryüzünde beni ansın, bana yalvarıp yakarsın diye emreder.
İste o yüzdendir ki;

Hızır (a.s) yeryüzünde kıyamete kadar hayatı sürecek olan tek varlıktır. Ve devamlı olarak Allah'ı anmakla meşguldur.
Yüce ALLAH cümlemizi, yüce adını yüreğinden ve dilinden düşürmeyen gerçek müminlerden eylesin... Amin..

RAHMETLİ SANATÇI MURAT GÖĞEBAKAN


 RAHMETLİ SANATÇI MURAT GÖĞEBAKAN


Aşık olarak evlenmiştir çok mutlu bir evliliği vardır. Şöhretinin zirvesindedir. Gribe yakalanmış ve hiç geçmemektedir. Konserleri ve çok yoğun bir programı vardır.

Karısının ısrarı ile grip ilacı almak için doktora gider. Vücudundaki morlukları gören doktor lösemiden şüphelenir. Hastaneye yatırmak isteyince ; Benim söz verdiğim konserlerim var ilacımı verin gideyim der..

Doktor hiç bir yere gidemezsin, bütün programını iptal et diyerek hastaneye yatırır. Lösemi olduğu anlaşılır. Aylarca hastaneden çıkamaz. Hastalık yeni başlarken teşhis edilmiştir. Morali çok yüksektir. Allah inancı ve eşinin sevgisi en büyük dayanağıdır.

Hastane kapısına :
« Benim büyük bir Rabbim, küçük bir derdim var » yazan bir kağıt astırır. Her gün bu kağıda bakar. Aylarca kaldığı hastaneden kanseri yenerek çıkar.

Hastalığı sebebi ile çalışamaması, yaptığı masraflar yüzünden bir hayli borçlanmıştır. Müziğe geri döner ve borçlarını ödemeye başlar.

Fakat acı bir sürpriz onu bekliyordur. Çok sevdiği eşinin kendini aldattığını öğrenir. Karısından boşanır. Bu ihaneti bir türlü kabullenemez ve içine kapanır.
Hastalığı tekrar nükseder. Bu sefer tedavi işe yaramaz.
Dönem dönem 2004 yılına kadar tedavisi devam eder . Beş yıl süren mücadelenin ardından 46 yaşında kansere yenik düşerek hayatını kaybeder.

Ölmeden önce bir rüya görerek öleceğini anlar.

Göğebakan rüyayı gördükten sonra hemşehrisi ünlü rüya yorumcusu Mehmet Emin Kırgil'in yanına giderek Hz Şehit Kafer türbesini ziyaret eder ve rüyasını anlatır.

BEMBEYAZ KANATLARI OLAN BİR KUŞ...

Göğebakan ziyaret sırasında Kırgil'e bir beyaz kuşun kendisini aldığını söyleyerek, "Beyaz bembayaz kanatları olan bir kuş aldı götürdü beni. Pencereden aldı beni, ben de ayaklarından tuttum, kanat çırparak götürdü beni.

Binaların arasından geçtik. Sağlı sollu şekiller yazılar vardı eski yazıydı. Götürdü yere bıraktı beni. Orada sen şunu yap şen bunu yap diye talimat verdi" diyerek "Kuş gelip beni götürdüğünde galiba gidiyoruz" dedi.

Kırgil ise rüyanın Göğebakan'ın tekrar yükselişe geçeceğini, ömrünün uzayacağını söyledi. Ancak Göğebakan buna inanmayarak, "Emin, türbedeyiz, rüyayı düzgün yorumla" dedi.

Bunun üzerine Kırgil, "Beyaz kuş dertlerinden sıkıntılarından kurtulacağının işareti" diye yorum yaptı. Ancak Göğebakan buna da inanmayarak, "Emin işte geldik işte gidiyoruz" diye yanıt verdi.

ANCAK O ÖLECEĞİNİ BİLİYORDU

Göğebakan, daha sonra küresinin 15 olduğunu daha önce ayda bir kan alırken, bunun 4 güne düştüğünü belirterek, "Aldığımız kanı 4 günde tükettik. Şimdi özel bir hastaneye gidip yine kan alacağım" dedi. Kırgil ise bütün bu konuşmaları cep telefonu kamerası ile çekti.

Kırgil, Göğebakan'ın öleceğini önceden bildiğini bunu rüyasında da gördüğünü belirterek, "Ben rüyasını kendisinin moralini bozmamak için farklı yorumladım. Ancak o öleceğini biliyordu. 'İşte geldim işte gidiyorum' dedi. Öyle de yaptı dedi.
Murat gögebakan ın annesinin sözleri olayı özetledi
Oğlum kanseri yendi ama ihaneti yenemedi...

Allah rahmet eylesin, mekanın cennet olsun inşallah.

PEYGAMBER AŞIĞI,ŞAİR NABİ'NİN HİKAYESİ


 PEYGAMBER AŞIĞI,ŞAİR NABİ'NİN HİKAYESİ


1642 senesinde , Şanlıurfa’da doğan Yusuf Nâbi yokluk ve sefalet içinde yaşayarak büyümüş, 24 yaşındayken de İstanbul’a gitmiştir. Burada eğitimine devam eder, şiirleri ile tanınmaya başlar. Paşa vefat edince ise Halep’e gider. İstanbul’da geçirdiği dönemde birçok önemli isimle arkadaşlıkları olmuş, sarayla da bazı ilişkiler kurmuştur. Bunun da etkisiyle, Halep’te geçirdiği yıllarda (yaklaşık 25 yıl) devletin sağladığı imkânlarla rahat bir hayat sürdürmüştür. Eserlerinin çoğunu Halep’te geçirdiği bu yıllarda kaleme almıştır.

Daha sonra arasının da iyi olduğu Halep Valisi Baltacı Mehmet Paşa sadrazam olunca Nâbi’yi yanına aldı. Bu dönemlerde Nâbi Darphane Eminliği, Başmukabelecilik gibi görevlerde bulundu. Ayrıca, bazı kaynaklara göre Nâbi aynı zamanda çok güzel bir sese sahipti ve müzik konusunda da fazlasıyla başarılı idi. “Seyid Nuh” ismiyle bazı besteleri olduğu bilinir. Nâbi, İstanbul’da 1712 yılında vefat etti.Nabi bazı kaynaklara göre İspirliydi.

NEBİ(Peygamber) AŞIĞI,ŞAİR NABİ....

Peygamber Aşığı Büyük Şair Urfalı NabiEdebiyatımızın büyük şairlerinden Süleyman Nâbî, Sultan 4. Mehmet döneminde önemli devlet adamlarıyla birlikte hacca gider. Her Müslüman şair için hac ibadeti, ol...ağan üstü bir olaydır; çünkü metafizik gerilime düşen şair, en yüksek estetik tecrübeyi edinmektedir. Hiç şüphesiz Nabi için Medine’ye gidip Hz. Peygamber’in kabr-i şeriflerini ziyaret , Mekke’de Kabe-i Muzzama’da tavaf etmek çok heyecan verici bir olaydır. Dolayısıyla hac kafilesinin Medine’ye yaklaştığı sırada şair Nabi’nin sözkonusu heyecanı doruk noktasına ulaşır.

Kafile şafak vakti Medine-i Münevvere’ye girmektedir. Ravza-i Mutahhara’nın minarelerinden sabah ezanı okunmaktadır. Müezzin, ezanın ardından Türkçe bir kaside okumaya başlar.

“Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâdır bu

Nazargâh-ı ilâhidir Makâm-ı Mustafa’dır bu”

Nâbi ve hac kafilesinde bulunanlar, Mescid-i Nebi minarelerinden Türkçe şiir okunması karşısında hayrette kalırlar. Nâbî, dikkat eder, okunan kendi şiiridir. İşin ilginç yanı bu naat, Nâbi’nin o gece, yani birkaç saat önce yazdığı şiirdir.

Namaz bitip Mescid-i Nebi’de yavaş yavaş cemaat dağılırken, Nâbi birkaç arkadaşıyla birlikte heyecan içinde müezzinlerin yanına varır. Müezzinlerden okudukları Türkçe naatın kimin olduğunu ve nerden öğrendiklerini sorarlar. Müezzinler, konunun kendileri için bir sır olduğunu düşünerek önce cevap vermek istemezler.
Fakat Nâbi, ısrar eder, bu Türkçe naatı o gece kendisinin yazdığını belirtir. Bu kez de müezzinler heyecanlanır. “Senin ismin Nâbi mi?” diye sorarlar şaire...”Evet” cevabını alınca ellerine kapanırlar. Nabi de müezzinlerin boyunlarına sarılır tek tek.

Müzzinler, Mescid-i Nebi minarelerinden Türkçe şiir okunması olayının açıklamasını şöyle yapar: “Bu gece Allah Rasulü rüyamızda bize, ‘Ümmetimden Nâbi isimli bir şair, beni ziyarete geliyor. Bu zat, bana karşı son derece büyük bir sevgi ile doludur. Bu aşkını ifade için şöyle bir naat yazmıştır. Siz, bu natı, bu sabah minarelerden onun buraya beni ziyarete gelişi şerefine okuyun.”

PEYGAMBER AŞKI

Nabi, Mescid-i Nebi müezzinlerinin okuduğu Türkçe şiiri gerçekten o gece yazmıştır.. Şiirin yazılış hikayesi de çok ilginçtir: Kafile, Medine-i Münevvere’ye yaklaşmıştır. Vakit gecedir.

Nabi, hac kafilesinde bulunan önemli devlet adamlarından bir paşayla aynı çadırda kalmaktadır.

Resûlullah (sas) Efendimiz’e bir an önce ulaşma özlemiyle Nâbî’nin gözüne uyku girmemiştir. Fakat paşa, hem de ayaklarını Medine tarafına, Kıble’ye doğru uzatmış, uyumaktadır. Bu durum Nabi’yi son derece üzer. “İki cihan güneşinin bulunduğu topraklara geldik. Biraz sonra Medine şehrine gireceğiz. Böyle yatmak hiç münasip olur mu?” diye düşünür. Hz. Peygamber’in (s.a. v) beldesinde, edebe aykırı böyle bir gaflet hâline çok üzülmüştür. Dolayısıyla Medine yakınlarında gece çadırda paşa döne döne uyurken, Nabi de oturup bu şiiri yazmıştır.

Mescid-i Nebi müezzinlerinin yaptığı sözkonusu açıklama karşısında, Paşa’nın utancını, Nâbi’nin ise sevincini anlatmak, bu iki ruh halini tasvir etmek elbette imkânsızdır.

Paşa, utancını hangi kelimelerle dile getirmeye çalıştı bilinmez, ama Nâbi’nin dudaklarından şu kelimeler dökülür: “Demek ki sevgili peygamberimiz bana ‘Ümmetimden bir şair’ dedi. Demek ki iki cihan güneşi beni ümmetliğine kabul etti.”

Nâbi’nin bu hac seyahatinde “Tuhfetü’l-Harameyn” isimli bir gezi kitabı yazmıştır. Bu naat ile birlikte pek çok şiirin, hatıralarının ve gözlemlerinin yer aldığı bu kitap, yazıldığı günden bu yana inanmış gönülleri aşk ve heyecanla coşturmaktadır. Bu naatın, edebiyatımızdaki peygamber sevgisini anlatan şiirler arasında çok özel bir yeri vardır.

AYAKKABICININ GÖNÜL RAHATLIĞI


 AYAKKABICININ GÖNÜL RAHATLIĞI

Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu seyretmekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı ama, küçük bir dükkân için yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle…

Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu. Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti. Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkândan dışarı firlayıp:

–“Küçüüük!” diye seslendi. Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir hârika! Çocuk, ona dönerek:
–“Gerçekten çok güzeller!” diye tebessüm etti, ama benim bir bacağım doğuştan eksik.
–“Bence önemli değil” diye atıldı adam. “Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki! Kiminin eli eksik, kiminin bacağı, kiminin de aklı veya vicdanı.” Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu.
Adam ise konuşmayı sürdürdü:
–“Keşke vicdanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi.” Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:
–“Anlayamadım! dedi. Neden öyle olsun ki?”
–“Çok basit!” dedi, adam. “Eğer vicdan yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orada tüm eksikler tamamlanacak. Hâttâ sakat insanlar, sağlamlara oranla, daha fazla mükâfat görecekler…” Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti.
O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrine işâret ederek:
–“Baktığın ayakkabı, sana yakışır!” dedi. “Denemek ister misin?” Çocuk, başını yanlara sallayıp:
–“Üzerinde 30 lira yazıyor” dedi, “Almam mümkün değil ki!”
–“İndirim sezonunu senin için biraz öne alırım!” dedi adam, “Bu durumda 20 liraya düşer. Zâten sen bir tekini alacaksin, o da 10 lira eder.” Çocuk biraz düşünüp:
–“Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!” dedi, “Onu kim alacak ki?”
–“Amma yaptın ha!” diye güldü adam. “Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım.” Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek:
–“Üstelik de öğrencisin değil mi?” diye sordu.
–“Ikiye gidiyorum!” diye atıldı çocuk, “Üçe geçtim sayılır.”
–“Tamam işte!” dedi adam. 5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5 lira. O da zâten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!
Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkâna girdi. İçerideki raflar, onun beğendiği modelin aynıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra, çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek
–“Benim satış işlemim bitti!” dedi, “Sen de bana, bunu satsan memnun olurum.”
–“Şaka mı yapıyorsunuz?” diye kekeledi çocuk, “Onun tabanı delinmek üzere. Eski bir ayakkabı, para eder mi?”
–“Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş…” dedi adam, Antika eşyalardan haberin yok her hâlde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30-40 lira eder. Küçük çocuk, art arda yasadığı şokları üzerinden atabilmiş değildi. Mutlaka bir rüyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rüya.
Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kğıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:
–“Bana göre 20 lira yeterli.” dedi. “İndirim mevsimini başlattınız ya!” Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı.
Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:
–“Babam haklıymış!” dedi. “Sakat olduğum için üzülmeme hiç gerek yok! demişti.”
“Her rüzgar savuracak bir toz bulur, her hayat yaşanacak bir can bulur, her umut gerçekleşecek bir düş bulur, bulunmayacak tek şey senin benzerindir.”
Görüntünün olası içeriği: 2 kişi, oturan insanlar

27 Ağustos 2020 Perşembe

"İLK TAŞI GÜNAHSIZ OLANINIZ ATSIN"


"İLK TAŞI GÜNAHSIZ OLANINIZ ATSIN"

Yahudiler, zina yapmış bir kadını saçlarından sürükleyerek, arkalarında büyük bir kalabalık, Hz. İsa peygamberin huzuruna geldiler...

Hz. İsa'dan bu kadını cezalandırmasını istediler. Amaçları Hz. İsa'yı test etmekti. Çünkü kendinden önceki peygamber Hz. Musanın şeriatına göre zina eden kadının taşlanması gerekir. Diğer taraftan Hz. İsa sürekli merhametli olmayı, Affetmeyi, Tövbe etmeyi, iyilik yapmayı tavsiye etmektedir. Kadını öldürtse NERDE TAVSİYE ETTİĞİN İYLİK-MERHAMET diyecekler, Kadını bıraksa HZ.MUSA'NIN ŞERİATINA UYMUYOR diye fitne çıkaracaklar....

Hz.İsa eğildi yere bir daire çizdi ve o daire Allah'ın izni ve kudretiyle ayna oldu, ve o aynaya bakan herkes geçmişte yapıp ettiği, işlediği bütün günahları görüyordu. Hz.İsa yerden doğruldu, ve kadını bırakın dedi, Kadını bıraktılar.

Ve kalabalığa "İlk taşı günahsız olanınız atsın" buyurdu. Kalabalığın sesi kesildi... Hz. İsa geriye dönüp baktıki, kadından başka O kalabalıktan geriye tek bir kişi kalmamış, hepsi oradan kaçmışlardı...

İşte bizim halimiz tamda bu, Başkalarıyla uğraşırız, Hiç kendi halimize bakmayız. Acaba o aynayı bizim önümüze koysalar, Hangimizin bakacak yada konuşacak yüzü olur?

12 Nisan 2020 Pazar

GELİNCİK HİKAYESİ


GELİNCİK HİKAYESİ

Çocukları olmayan evli bir çift, hergün olduğu gibi yine tarlaya çalışmaya gitmişler.

Çalışırlarken bir yılan ile gelinciğin kavgasını izlerler,
Anne Gelincik yavrusunu yemesin diye kendini Yılana yem eder, ve Yılan çekip gider.



Yavru gelincik orada tek başına kalır. Kadın; bey yazıktır evimize götürelim besleyelim der ve eve götürürler.

Aradan zaman geçer bu çiftin çocukları olur ve tabi gelincikte büyümüştür evin bir parçası olmuştur.
Birgün bu çift acil tarlaya gitmeleri gerekiyor ama bebek evde uyuyor.

Erkek; bişey olmaz 5 dk'ya geliriz der ve sırtlanırlar küreklerini tarlaya giderler. Geldiklerinde kapıyı bi açarlar bide ne görsünler ? Gelincik ağzı kan revan içinde evin içinde dolaşıyor!

Bunu gören adam kan beynine sıçramış ve elindeki kürekle vura vura gelinciği öldürür.

Sonra bütün odalara bakarak çocuğunu arar ve bi bakarlar ki çocuk odasında mışıl mışıl uyuyor, bebeğin diğer yanına baktıklarında ise ölü bir yılan görürler ve anlaşılırki gelincik bebeği korumak için yılanı öldürür.

Adam dizleri üzerine çöker Aman Yarabbi ben ne yaptım nasıl böyle bir yanlış yaparım diye yıllarca kendini yer bitirir.

İşte önyargı böyle birşeydir. Lütfen sonucu görmeden yargılama yapmayınız.

8 Şubat 2020 Cumartesi

FIRINCININ MERHAMETİ


FIRINCININ MERHAMETİ

Bursa’nın en çok ekmek satan fırınlarından birinin sahibiyim. Her gün satılan binlerce ekmek diyebilirim. İçeri giren çok olur ekmek ister, genelde veririz bedava diye alır gider. 

Bir gün üst kattayım, kameralara bakmaktayım. Bir abla var, ilk defa karşılaşmaktayım. Kapının önünde 10 dk. oldu, bir sağa bir sola dolanıp durdu. Kuyumcu olsak hırsız sanki bizi soyacak. Ama neöyle bir hali var, ne de akılsız değil ya fırını soyacak kadar. Baktım ki içeri gireceği yok. İndim aşağıya, geçtim tam karşısına ve ‘’ Abla bir şeye mi baktın’’ dedim. Yok abi, rahatsız ettim sizi, hayırlı işler dedi ve yola doğru ilerledi. Ama elini tutan minik kız çocuğu çekiştiriyor. Anne ne olur gitmeyelim diyor. 

Seslendim ablaya, kardeşim bana bir baksana. Duymamış gibi yaptı, ama ikinci de durdu ve dönüp baktı. Dedim ki ablaya ‘’Ablacım. 5 dk. vaktin varsa buyurun içeriye. Masamız da var, çaycı ablamız çay da koyar’’. Konuşmadı, çocuğunun yüzüne baktı başını salladı, dükkanıma adım attı. Bak abla dedim. Bizim bu dükkana çok ekmek almaya gelen olur, parasız alırlar. Biliyorum bazen de beni kandırıyorlar. Ama olsun diyorum, ben bunun bereketi ile binlerce satıyorum. Ama dikkat ettim sen üç defa döndün kapıdan tam içeri girecekken. Var mı ihtiyaç, ne olur varsa söyle yatmayasın sakın aç aç. Çaylarda geldi o arada, işaret ettim ve istedim masaya simit ve poğçada. Önce yiyin sonra konuşalım dedim. 

O çocuğun ve ablanın çiğnemeden, ağzındaki bitmeden tekrar ısırışlarına şahitlik ettim. Aç kardeşim bunlar, böyle mi yer aç olmasalar. Abla bir nefes aldı, ikinciye gelen çaydan yudumladı. ‘’Abi, dün eşim eve bir kadın getirdi. Terk edin hemen burayı dedi. Evden çıktığımda saat gece ikiye gelmekteydi. Önce bir otobüs durağında oturduk. Sonra baktım ki başımıza bir hal gelecek, bir karton bulduk ve Emirsultan Mezarlığı’nda uyuduk. Tamam da beş kuruş vermedi ki adam bana. Çıktık işte bir mont ve küçük bir çantayla. Acıktık tabii sabah olunca. Ama beş kuruş yok ki yanımda. Bir akrabam var ama o da çok uzakta. 20-30 TL lazım ki gideyim yanına. Telefonumu da vermedi, satacak besbelli. Arayamadım da kimseyi. Acıkınca da, kızım da elimden tutup senin fırının önünde durunca, girmedim de içeriye istemeye utanınca. Ben bir şey istemiyorum abi sizden. Bak nasıl gülüyor evladım, karnı doydu diye. Sevindirdin ikimizi de. Allah razı olsun, bu dükkanın hep müşteri ile dolsun.’’ dedi.

Benim Annem vefat etmişti geçen hafta. 21 yıldır alt katımda oturdu.Aklıma orası geldi bir an da. Hem boş, hem de eşyalı da. Şimdi götürsem eve bu ablayı hanım ne der acaba? 

Anlattım ablaya. Zaten çaresi de yok ki başka. Sen bugün otur, sabah çocuğun ile gel hem karnını doyur hem de yardım et dedim bizim çaycı ablaya. Öyle sevindi ki, ayağa kalktı elimi öpmek istedi. 

Eşimi aradım, o da çok sevindi. Ben gelip onları araba ile alayım hemen dedi. 

Üç aydır abla iş saatinde yanımda, akşam alt katımızda. Çok mutlular kızıyla. Kira almıyoruz, faturaları biz ödüyoruz, evladımız yok onun kızını evlat gibi seviyoruz. 

Birgün baktım, bir kadına iki ekmek verdi. Parasını istemedi. Sonra çantasından para alıp kasaya bırakıverdi. O da birine iyilik yapmak istemişti. Sesimi çıkarmadım. Görmemiş gibi yaptım. Ellerimi açıp Allah’a sonsuz şükrettim, bunca yıl sonra bana bir kardeş ve evlat yolladığı için teşekkür ettim.

6 Şubat 2020 Perşembe

Sultanım,bu tohumu ancak siz ekebilirsiniz.



Sultanım,bu tohumu ancak siz ekebilirsiniz.

Bir zamanlar Çin'de bir adam o kadar aç ve bitkin düşmüştü ki, dayanamayıp bir armut çaldı..


Adamı yakalayıp cezalandırılmak üzere İmparator'un karşısına çıkardılar. Hırsız imparatoru görünce ona şöyle dedi;
"Değerli efendim, çok açtım,dayanamadım çaldım ve yedim. Beni affetmeniz için yalvarıyorum. Eğer affedersiniz size paha biçilemez bir armağanım olacak.."

İmparator dudak büker;
"Senin gibi birinde paha biçilemez ne olabilir ki?"

Hırsız, avucunun içindeki armut çekirdeğini uzatır ve;
"Bu çekirdeği ekerseniz bir gün içinde altın meyveler veren bir ağacın yeşerdiğini göreceksiniz.."

İmparator kahkaha atarak;
"Ek o zaman, altın meyveleri görünce affederim seni.." dedi.

Yoksul adam;
"Haşmetlim bu tohumu ben ekemem çünkü ben bir hırsızım..
Bu tohumu ancak, ömründe hiç çalmamış, başkalarına hiç haksızlık yapmamış, yalan söylememiş biri ekebilir. Tohum o zaman gücünü gösterir, aksi takdirde onu ekeni zehirler, tarif edilemez acılarla öldürür. Sultanım, bu tohumu ancak siz ekebilirsiniz.."

İmparator irkildi, suratını astı, bir süre düşündü, sonra hırçın bir sesle;
"Ben imparator'um bahçıvan değil, o tohumu vezire ver eksin de altın meyveleri görelim." dedi..

Yoksul adam, tohumu başbakana uzatınca vezir telaşe içerisinde imparatora dönüp itiraz etti.
"Ben ekim biçim işlerinde çok beceriksizim efendim, sihirli tohumu ziyan ederim. Bence bu tohumu hazinedar başı eksin.."

Hazinedar başı da hemen bir bahane buldu ve bu görevi başkasına devretti.

Bir bir orada bulunan herkes sudan sebeplerle tohum ekme görevinden kaçındılar..

Sonra İmparator, doğan sessizliğin içerisinde bir süre düşündü. Başı önünde vezire, hazinedara ve bütün görevlilere dik dik baktı ve;

"Hadi bakalım bu hırsız bahçıvana tohumun nasıl altın meyve verdiğini hep birlikte gösterip sevindirelim." dedi.

Cebinden bir altın çıkarıp yoksul adamın tutması için attı.

Herkesin ceplerinden sessiz sedasız birer altın çıkarıp adama vermesini izledi..

Sonra da gülerek;
"Bas git buradan be adam, bugünlük bu ders hepimize yeter.." dedi.

Ortalığın toz duman olduğu şu günlerde tohumu ekecek temiz kimse var mı dersiniz?

Okumayı, hele hele uzun yazıları okumayı pek sevmeyen bir toplumuz, okuyan nokta ya da herhangi bir ifade simgesi koyabilir mi?

Sokaktaki Fatih'ten,camiideki Fatih'e.


Sokaktaki Fatih'ten,camiideki Fatih'e.

Fatih'in hikayesi nedir onu okuyalım... 

Yer; Sarıyer Tarabya Camisi.

Sarıyer Müftülüğünün katkılarıyla Kuran'ı Kerim ziyafeti, sohbet ve duayla taçlandırılmış muhteşem atmosferin sıradışı bir misafiri vardı.
Program sunucusu kendisini anons ettiğinde cemaat şaşırdı.

Kürsüye davet edilen kişi 33 yaşında, 17 yıl uyuşturucu bağımlısı olarak yaşamış Fatih isimli bir gençti.

Selam vererek başladı konuşmasına.
Nasıl bağımlı olduğunu, neler yaşadığını anlattı.

Anne ve babasının öldüğünü bile idrak edemediğini, evlendiğini ama iki çocuğuyla eşinin kendisini terk ettiğini, Elektronik Mühendisliği okuduğu Ünv’den atıldığını, iki buçuk yıl sokaklarda yaşadığını anlattı.

İntihar etmeyi çok düşündüğünü ancak annesinin küçükken soba başında anlattığı ‘evladım Allah iki şeyi affetmez, biri kendisine şirk koşanı, diğeri de intihar edeni’ sözünün aklına geldiğini düşünerek intihar edemediğini söyledi.

Anlattıkça cemaatin gözleri faltaşı gibi açıldı.
‘Aranızda benim gibi bağımlı 20 arkadaşım var’ deyince cemaat biraz şaşkın, biraz ürkek sağına soluna baktı gayrı ihtiyari...

Ama o 20 kişiyi ayırt edemedi, edemezdi...
Çünkü hepsi namaza gelmiş ve namazın, zikirin ve Kuranı Kerim’in manevi iklimiyle meşguldü...

Sonra hikayesine devam etti Fatih...
Bir gün ışıklarda duran arabalardan para isterken arkadaşımın annesi olan bir hanımefendi –Fatih sen misin dedi? Ben tanımadığım halde yakınlık kurup, daha fazla parasını alabilmek düşüncesiyle evet benim dedim. (Bu arada 300-400 TL’sini de aldım.)

Bana yardımcı olmak istediğini söyledi, beni o esnada Çin’de bulunan arkadaşımla görüntülü olarak görüştürdü ve hastaneye götürdüler.

Götürdükleri hiçbir hastane beni kabul etmedi, 1.90 boyunda 40 kiloya düşmüş haldeydim. Beni gören doktorlar ümidi kesmişler ve kendi hastanelerinde ölmemi istemiyorlardı.

Sonunda BAYDER (Bağımsız Yaşam Derneği) beni kabul etti. Ölecekse de burada ölsün, hiç değilse kefenler, defnederiz demişler.

Orada olmanın benim için çok büyük anlamları vardı; birincisi çatısı olan bir yerde yatacaktım, ikincisi karnımı sıcak bir aşla doyuracaktım, üçüncüsü ise banyo yapabilecektim. Bunların bizim gibi sokaklarda yaşayanlar için ne anlama geldiğini bilemezsiniz.

Hamdolsun tedavi sürecim iyi gitti, bağımlılıktan kurtuldum ve şu anda bu derneğin bir gönüllüsü olarak bağımlıların rehabilitasyonunda görev alıyorum.

Anlattıklarının etkisinden cemaat mahzundu.
Sözlerini tamamladıktan sonra, dua ve musafahalaşma yapılırken bütün cemaat bu hikayeyi konuşuyordu.

Namazı müteakip o yirmi genci ağırladık.
İsimleri Ali, Hasan, Mehmet, Muhammet...
Herbirisinin farklı bir hikayesi var.
Kuran Kursu okumuş, Hafız olanı da var aralarında.
İstanbul’da bulunanı, Anadolu’dan geleni, Hollanda’dan geleni de...
Zengin olanı da, fakir olanı da...
50 yaşındaki ressam, 37 yaşındaki elektronikçi, bayan kuaförü, avukat katibi...
Adeta beynimiz dumura uğruyordu hikayeleri dinledikçe...

Aileler evlatlarının uyuşturucu bağımlısı olduğunu farkedene kadar 3-4 yıl geçmiş oluyormuş.

Bu konuda en büyük yanılgı ise, ebeveynlerin; ‘benim çocuğum yapmaz’, kullananlar içinse; ‘istediğim zaman bırakabilirim.’ düşüncesi olduğunu söylediler.

Derken sözü 38 yaşındaki Yücel Kuran aldı;
Herşeyimi kaybettim, 19 tane minibüsüm vardı, onlarca çalışanım vardı şimdi hiçbir şeyim yok.
3 yıl sokaklarda yaşadım.

Sokaklarda yaşayanları sokak köpekleri sahiplenirmiş, beni de bir köpek sahiplendi. Kendim için insanlardan birşey istemek izzetinefsime dokunuyordu, köpeğe diye lokantalardan yemek artıklarını alıyor, köpeğimle beraber Bakırköy Devlet Hastanesinin bahçesinin bir köşesinde kendimize mekan tuttuğumuz yerde yiyorduk.

Saat 17.00 olunca hastanenin kapıları kapatılır, bizi de dışarı atarlardı. Bazen belediye ekipleri köpekleri toplardı, nereye götürüyorsunuz diye sorardık, öldüreceklerinden endişe ederdik. Hayvan barınağına diye cevap verirlerdi.
Hayvan barınağına...

Ya biz ne olacaktık, eşrefi mahluk olan insan...?

Ve can alıcı hususlara temas ederek bizleri derin düşüncelere sevk etti.
-Şimdi bizi dikkatle, merakla dinliyorsunuz ve üzülüyorsunuz.
Buradan çıkınca ne olacak biliyor musunuz?
Unutacak ve normal hayatınıza devam edeceksiniz.
Birşeyler yapın abilerim, birşeyler.
Bizler çok şükür bir yer bulduk, elimizden tutan, sahip çıkanımız oldu, ya bulamayanlar, ya hala dışarıda yaşayanlar ne olacak?

Ben dört tane kitap yazdım, bir tanesi basıldı ve dernek yararına satışa konuldu, benim elimden bu geliyor, sizin elinizden daha fazlası gelebilir...

Hülasa dostlar...
Hikaye uzun...

Akıl olmazların zoru içinde,
Üstüste sorular soru içinde...

İşte Fatih’in eski hali ve yeni hali böyle.

Allah ve Peygamber sevgisinden mahrum bırakılan ve ahlaksızlığa sürüklenen zavallı bir gençliğin vebali hepimizin boynunadır.

Ehli sünnet yolunu insanlara aktarmak ve öğretmek dünyadaki tek gaye olmalıdır.

İnsanlığın kurtuluşu ancak bu şekilde mümkündür..

Devleti idare edenlerin en mühim ve asli vazifesi insana, insani ve manevi değerleri kazandırmak olmalıdır.

Allahü teâlâ gençlerimizi ve hepimizi bu tür bataklıklardan korusun.

2 Şubat 2020 Pazar

ETİYOPYALI HOCANIN İNCİRLE TANIŞMASI


ETİYOPYALI HOCANIN İNCİRLE TANIŞMASI

Bu güzel ve ibretamiz incir hikâyesini, Diyanet İşleri Başkanlığı Kurumsal İletişim Müdürlüğü’nde Koordinatör olarak görev yapan Yüksel Sezgin bey anlatıyor:

“Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı 2015 yılı Ramazan Programı kapsamında Etiyopya’ya gittim. Çok dinli, çok dilli, çok kültürlü bir ülke olan Etiyopya’da insanların cömertçe paylaştığı tek unsur yoksulluk.

Etiyopya tam bir tezatlar ülkesi; bir yanda Allah’ın insanlara bahşettiği topraklar, bir yanda aç insanlar, bir yanda lüks oteller, hemen çevresi teneke mahallesi. Varlık da yokluk da iç içe… Bu tezatlar Etiyopya’da kaldığımız süre içinde hep Hayâli’nin;
“Cihân-ârâ cihân içredir ârâyı bilmezler,
Ol mâhiler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler.” beyti dolaştı.

Necaşi Hazretlerinin torunlarıyla bir arada olmak, Ramazan’da onların yüzünü güldürmek, Ramazan sevincini paylaşmak, sofralarına bir katkı sunmak amacıyla Etiyopya’nın değişik bölgelerinde bulunduk.

Bir iftar vakti, kaldığım yerde ezanla birlikte orucumu açtım. Sofrada, Türkiye’den götürdüğüm biraz Beypazarı kurusu, birkaç hurma ve kuru incir vardı. İftardan sonra akşam namazını kıldım ve çay içmek için bir kenara çekildiğimde, Nureddin isimli bir imam yanıma geldi. Kendisine bir adet kuru incir ikramında bulundum. Hem sohbet ediyor, hem de çaylarımızı yudumluyorduk. Nureddin elindeki incirin yarısını ısırarak;
“Bu ne kadar güzel bir meyve, nedir bu meyve?” diye sordu.

Meyvenin incir olduğunu, Allah’ın üzerine yemin ettiği “Tin” meyvesi olduğunu söyledim. Hayretle “İncir bu mu?” dedi ve Besmele çekerek “Tîn Suresini” okumaya başladı. Elinde kalan yarım inciri büyük bir hürmet ve saygıyla bir peçeteye sardı. O yarım inciri ne yapacağını sordum kendisine…

“Allah’ın üzerine yemin ettiği bu inciri evime götüreceğim. Çocuklarımın ağzına birer parça koyacağım. Bir ömür damarlarımızda dolaşacak. Bu büyük bir nimet, Allah bize bu nimeti bahşetti, ne kadar şükretsek azdır.” dedi. Ben de, “Siz o yarım inciri yiyin” dedim ve yanımda bulunan bir paket inciri kendisine ikram ettim.

Büyük bir heyecanla paketi alarak; “Allah’a yemin ederim ki hayatımda aldığım en değerli ve en büyük hediye bu oldu. Sizler ne kadar büyük insanlarsınız, ne kadar büyük bir milletsiniz. 3500 kilometre mesafeden buraya geliyorsunuz ve Allah’ın Kur’an’da zikrettiği ve üzerine yemin ettiği bir meyveyle bizi tanıştırıyor ve ikramda bulunuyorsunuz. Size ne kadar teşekkür etsek azdır. Yıllardır Etiyopya’nın değişik bölgelerinde sofralarımıza katkı sağlıyor, kestiğiniz kurbanlarla bizlere ikramda bulunuyorsunuz. Gelecekten ümidini kesmiş olan bizlere birer ışık ve ümit oldunuz. Allah sizlerden razı olsun” dedi. Bu duygularla Necaşi Hazretlerinin torunlarıyla vedalaşarak ülkemize döndük.”

Bu hatıra kime ne anlatır veya kimler bundan ne ders çıkarır bilmiyorum. Yalnız ben kendime söz verdim. İnşaallah bundan sonra, bir incir gördüğümde veya bir incir yediğimde “Tîn Sûresini” mutlaka okuyacağım…

Hayat kitabımız Kur’an-ı Kerîm’de 95’inci sure. Mekke döneminde inmiştir. 8 ayettir.
Bismillâhirrahmanirrahim.

1- İncire, zeytine,
2- Sina dağına,
3- Ve bu emin beldeye (Mekke’ye) yemin olsun ki;
4- Biz, insanı en güzel bir biçimde yarattık.
5- Sonra çevirdik aşağıların aşağısına kaktık (indirdik).
6- Ancak iman edip yararlı işler yapan kimseler başka. Onlar için kesilmez bir mükâfat vardır.
7- O halde bundan sonra sana dini (hesap gününü) yalanlatan nedir?
8- Allah “hâkimlerin hâkimi” değil midir?
Amennâ ve saddaknâ… İnandık, iman ettik Rabbim… Yaratan ve yaşatan Sensin… Din gününün sâhibi Sensin… Hâkimler hâkimi Sensin…

Sormak istediğim soru şu:

Sayısız nimetler içerisinde yaşayan bizler, neden Etiyopyalı Nureddin Hoca gibi bakamıyoruz? 
O’nun gibi göremiyoruz? 
O’nun gibi düşünemiyoruz?
O idrakte olsaydık bir bardak suyu lüzumsuz yere akıtır mıydık? 
İhtiyacımızdan fazla aldığımız ekmekleri naylon poşetlerde küflendirip, sonra da hiç vicdanımız sızlamadan çöpe atar mıydık? 

Yaşadığımız şu dünyada israf ettiğimiz o nimetlere muhtaç olan milyonlarca insan olduğunu düşünürdük 
Heder ettiğimiz zenginliklerde diğer insanların ve doğacak bebeklerin de haklarının olduğunu unutmazdık
Kendisine ikrâm edilen ve hayatında ilk defa gördüğü, ilk defa yediği yarım incir karşılığında şükür olarak Tîn Sûresini okuyan Etiyopyalı Nureddin kardeşimiz, Türkiye’de incir bahçeleri, zeytin bahçeleri olup da kıblesini şaşırmış, kitabından habersiz, israf içersinde uyuşuk gafilleri görse ne derdi acaba😔

Yâ Rabbî Sırât-ı müstakimden ayırma bizi… İslâm nîmetinden, îman nîmetinden mahrum eyleme… Şükründen, zikrinden gâfil kılma bizleri… Âmin.

12 Ocak 2020 Pazar

YİRMİ BEŞ KURUŞ’UN HİKAYESİ


YİRMİ BEŞ KURUŞ’UN HİKAYESİ

EVLATLARIMI ARIYORUM...

Tarihimizden gerçekleri anlatan bir HİKAYE...

Seferberliğin ilânıyla beraber, Ayvalık’taki 9. Tümen’e bağlı 23. Alay ağırlıklarıyla birlikte Soma’ya gelerek, trenle Bandırma üzerinden Tekirdağ’a sevk edildi. 23. Alay’ın Burhaniye’de bulunan bir piyade taburu, mesafenin daha kısa olacağı hesabıyla, Burhaniye–Edremit– Çanakkale yoluyla cepheye sevk edildi. Bu tabur yürüyüşe geçmeden önce, geçecekleri yollara yakın köylere, gönderdikleri çavuşlar vasıtasıyla, geçecekleri gün ve saat belirtilerek, köylülerden asker için yemek hazırlamalarını, misafir olarak geceleyecekleri yerleri hazırlamalarını istedi. Böylece yürüyüş sırasında, asker için iaşe ve ibate (yeme ve barınma) telaşından bir ölçüde kurtulmuş olunuyordu. Aynı şekilde, o yıllarda henüz bir köy olan Havran’a gelen çavuşlar, muhtardan kendilerine kaç kişilik, yemek ve yatak hazırlayabileceklerini sorunca. Muhtar;

“Burasının köy olduğuna bakmayın. Burası büyük bir köydür. Sizin
taburun hepsini ağırlayabiliriz, yedirir içiririz.. Merak etmeyin deyince askerler, köyden ayrıldı. Gerçekten de belirtilen günde Havranlılar, bir tabur askeri doyuracak kadar yemek hazırlamışlar, yatacak yerlerini hazırlamışlardı. Tabur Havran yakınlarına geldiğinde, Tabur Kumandanı, Edremit’in çok yakın olduğu ve çok daha büyük olduğunu düşünerek, Havran’a sadece bir bölük asker yollamıştı. Bir taburluk hazırlanan yemek, bir bölüğe göre çok çok fazla gelmiş, artmış, hattâ ertesi güne bile kalmıştı. Bir taburluk yatacak yer hazırlayan Havran Muhtarı, gelen askerleri sadece büyük evlere taksim ederek, küçük ve fakir evlere yük olmasın diye kimseyi göndermemişti. Bölük kumandanı şöyle anlatıyor:

“Ben her zaman, seferi durumlarda en geç yatar ve en erken kalkarım. Askerleri evlere dağıttıktan sonra, sokaklarda dolaşmaya başladım. Yavaş yavaş evlerin ışıkları sönüyordu. Asker yatmaya, uyumaya başlamıştı. Aydınlatma olmadığı için sokaklar zifiri karanlıktı. En son birkaç evde ışık kalmıştı. Onlar da sönünce ben de gidip yatacaktım. Sokakta, birden, iki büklüm, bastonuna dayanarak yürüyen, ihtiyar bir kadına rastladım. Neredeyse çarpışacaktık. Aklıma çeşit çeşit şeyler geldi. Kadına:

“Nene, sen bu saatte sokakta ne arıyorsun?” diye sordum.

“Evlatlarımı arıyorum… Oğullarımı arıyorum…”

“Kim senin evlâtların?”

“Dün bana muhtar, askerler gelecek, sana da misafir etmen için dokuz evlât vereceğim, dediydi… Onlara yataklar hazırladım… Yemekler hazırladım… Gelmediler… Onları arıyorum..”

Bir tabura göre hazırlık yapan muhtar, bir bölük asker gelince, ağırlık olmasın diye, bu ihtiyar nineye, misafir etmesi için asker yollamamış. O yıllarda, kadınların hiçbir sosyal güvenceleri yoktu. Kimsesiz kadınlar, çok zor durumda kalıyorlar, çok zor geçiniyorlardı. Hiçbir gelirleri olmayan, bu yaşlı ve yoksul insanlar, bazen zeytinler silkildikten sonra gidip yerlerde kalan zeytinleri toplayarak, biraz gelir elde etmeye çalışıyorlar, buna da “başakçılık” deniyordu. Bu nene de böyle birisi olduğu için, muhtar acımış, ona kimse göndermemişti. Ama nene büyük sevinç içinde dokuz kişilik yer hazırlamış, yiyecek hazırlamıştı. “Nenenin çok üzüleceğini anladığımdan, ışıkları henüz sönmemiş bir eve gidip, daha yatmamış olan dokuz askeri neneyle birlikte yolladım… Kadıncağız nasıl sevindi bir görseniz… Ertesi gün sabah erkenden bölüğü yol üzerinde topladım, yoklamayı yaptıktan sonra, tam yürüyüş emri verecekken, iki büklüm, yaşlı bir kadın, bastonuna dayanarak elinde bir torba yanıma geldi. Galiba akşam karşılaştığım nene idi.

“Kumandan oğlum, bu torbada, evdeki bütün zeytinleri ne varsa koydum. Üstüne de biraz çökeleğim vardı onu koydum… Bunları benim asker oğullarıma yedir emi…”

Almasam, nenenin çok üzüleceğini anladığımdan, çavuşlardan birine işaret edip, elindeki torbayı aldırdım. Nene bu sefer, sevinç içinde, avucunda sımsıkı tuttuğu bir mendili açtı. İçinden tek bir yirmi beş kuruş çıktı. Bana uzattı.

“Kumandan oğlum… biliyorum, çok az. Ama bütün param bu kadar… Bunu al, benim asker oğullarıma, hiç olmazsa bir çay içir, olur mu?..”
Şaşırdım..
Biliyordum ki, nenenin başka parası yoktu… Bütün servetini getirmişti. Yirmi beş kuruşu aldım. Kaldırarak bölüğe gösterdim..

“Bölük… Bakın neneniz, size bütün servetini bağışladı.. Bunu ona helâl ettirin..!” “Yürüyüş emrini verdim.. Nene arkamızdan el sallıyordu.. Bölüğüm.. O yirmi beş kuruşu helâl ettirdi… Yarısından çok fazlası Çanakkale’de, şehit oldu…

Bu millet böyle bir millettir…